Dalgalar halinde devrimler ve 27 Mayıs

DP’nin devlet bakanı Osman Kapani, 1961’de, Yassıada Mahkemesi’ndeki savunmasında, Nâzım Hikmet’in, “mutluluğun resmini” yaparken şiirleştirdiği Küba halkına ve Devrimci Fidel’e laf atıyordu. Samet Ağaoğlu, “Yassıada” kitabında, DP’yi diktatörlükle suçlayan başsavcıya seslenen Osman Kapani’nin şunu söylediğini not etmişti: “Anlaşılan mumaileyh (adı geçen, yani savcı-b.s.a.) diktanın ne olduğunu bilmiyor. Kendisini bir hafta için Fidel Castro’ya misafir gönderebilseydik o zaman diktanın ve diktatörün ne demek olduğunu anlardı.” (S. Ağaoğlu, s.170) Demek, Küba rüzgârı sıcağı sıcağına egemenler cephesinde böyle esiyordu. 

Bir yıl sonra, 1962 güzünde ise, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya yerleştirdiği füzelerin ABD’de yarattığı korku üzerine ortaya çıkan “ablukanın” pazarlık kozu, ABD’nin Türkiye’ye yerleştirdiği füzeler olacaktı. SSCB ile ABD, karşılıklı didişmeler sonucunda Küba ile Türkiye’deki füzeleri sökmek üzere anlaşmışlardı ama SSCB’ye önemli bir şart koşulmuştu. Çatışmanın çözümünde Türkiye’deki füzelerin söküldüğü hiçbir zaman açıklanmayacak, bir sır olarak saklanacaktı. Emperyalizm uzak ada Küba’yı Türkiye’ye pazarlık komşusu yapmıştı.

Küba Devrimi’nin 27 Mayıs’a etkisi
1960’larda sola ve sosyalizme açılan gençlik üzerinde Küba Devrimi ve Latin Amerika devrimci hareketlerinin esinleyici etkisi olduğunu biliyoruz. Acaba Küba Devrimi’nin 27 Mayıs’ı yapan üniversiteliler ve genç subaylar üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Etkisi olmamasını düşünemeyiz. Devrimler dünya tarihinde tarihsel kuşaklar oluşturuyor. Uzun suskunluk yıllarının üzerine değişik coğrafyalarda birbirini izleyerek geliyorlar. Şiddetini, esinleyici hararetini toplumsal yazgısını dönüştürmek isteyen sınıflara ve halklara bulaştırıyorlar. 

20. Yüzyılın başı öyledir. İkinci Paylaşım Savaşı’nın direniş cephesinden doğan Doğu Avrupa Halk Demokrasilerini ayrı tutsak bile, Çin Devrimi’yle başlayan, Cezayir’i, Kore’yi, Mısır’ı, Küba’yı, Vietnam’ı içine alan ikinci bir devrim dalgasından söz edebiliriz. 27 Mayıs Devrimi’ni de bu dalganın bir parçası olarak yazabilir miyiz?

Devrimler dalgalar halinde geliyorsa, karşıdevrimler de buna uyuyor demektir. 1973 Şili 11 Eylül’ü ile 1980 Türkiye 12 Eylül’ünün emperyalist çocuklarında simgelenen ortaklığını ve sıralanışını örnek verebiliriz. Arada ise, Avrupa’da, 25 Nisan 1974’te Salazar’ı indiren Portekiz Karanfil Devrimi’ni buluyoruz; ardından Güney Amerika’da, diktatör Somoza’yı deviren 1979 tarihli Nikaragua Sandinist Devrimi geliyor. Aynı yıl, 1979 İran Devrimi var; işçi sınıfı açısından kısa sürede karşıdevrime dönüşen devrim. 

Bu gelen karşıdevrim, emperyalizmin Şili ve Türkiye başarısı ve dersleri ne kadar etkili olmuştur bilinmez, bir dalga değil, tsunami; 1989’da peş peşe yıkılan sosyalist devletler; filmi de var, “Elveda Lenin”. Tsunaminin enkazında emperyalist kapitalizmin sınırsız sömürü, savaş, doğanın ve dünyanın, insanlığın yıkımına doğru dizginsiz politikası. Arada yaz yağmuru türünden umut serpintileri, Chavez ve Venezüella Devrimi, Güney Amerika’da seçimle iktidara gelen emekten yana partiler…

Batista ile Menderes’in zenginleri
Küba Devrimi’nin Nâzım Hikmet’in şiirinde dile gelen devrimci etkisi, Osman Kapani’nin savunmasında sermaye cephesinden duyulan güncelliği, 27 Mayıs’tan önce 27 Mayısçılara nasıl yansıdı? Küçük bir ipucunu buraya aktarabilirim.

DP’nin hapishaneye tıktığı gazetecilerden biri, İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker, hapishaneden, o zaman takılan adıyla “Ankara Hilton”dan, dergisi Akis’e gönderdiği bir yazıda, 27 Mayıs’tan iki ay önce, 29 Mart 1960 tarihinde, DP’yi destekleyen zenginlere sesleniyordu. Castro ve arkadaşlarının devirdiği Küba diktatörü Batista’nın sonunu hatırlatıyor, Batista’nın zenginlerinin başına gelenleri örnekleyerek DP’nin zenginlerini uyarmaya çalışıyordu: “Fidel Castro, temsil ettiği kitlelerin hakiki hislerine tercüman olarak, zalime karşı mücadeleyi lüzumsuz yere uzatmış olan servet sahiplerini derhal paracıklarından mahrum bırakıvermiştir. İki kazanıp birini Batista’ya veren kumarhanelerin patronları, şeker istihsalini ve ihracatını ellerinde tutan –ve gerekli haracı Batista’ya ödeyen- büyük tüccar, gazetelerini ‘sahibinin sesi’ haline getiren ‘idealist gazete sermayedarları’, turistik otellerini Batista’nın himayesinde işletip onunla ortak olarak milyon vuranlar, Batista’nın bakanlarının, Batista’nın yakınlarının ortakları ihtilalin neticesi karşısında pek de zekice davranmadıklarını anlamışlardır.” (Metin Toker, Metin Toker’den Akisler, s. 213-214, hazırlayanlar: Özden Toker-Kurtul Altuğ, Bilgi yayınevi, 2007, Ankara) Batista ve zenginlerinin yaptıklarıyla DP ve zenginlerinin yaptıkları benzerdir. Küba’nın rüzgârı, benzer bir sonu da haber veriyor. Uyanık gazeteci Metin Toker’in yazısı, DP’nin tuttuğu diktatörlük yolu karşısında, “sizi ben bile kurtaramam” diyen İsmet Paşa’nın söylediklerine somut bir örnek sunuyor. Osman Kapani’nin, genç subayların 27 Mayıs hareketiyle yıkıldıktan sonra yaptığı savunmada diktatörlük örneği gördüğü Küba Devrimi’nde, egemen sınıfın muhalif kanadıyla iç içe gazeteci Metin Toker, halk düşmanı bir diktatörlüğün yıkılışını ve halkın sömürücülerden kurtuluşunu görüyor. 
27 Mayıs geldi, ama bu kurtuluşu getirmedi. DP’nin vurguncu sermayedarlarını “paracıklarından yoksun bırakmadı.” Tersine, “tasarruf bonosu” ve “arazi vergisi” ile kent ve kır emekçilerinden sermayeye kaynak aktarmanın yeni yollarını açtı. 

27 Mayıs toplumsal bir kurtuluşu getiremezdi, çünkü yapanlar, Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle, “kapıkullarıydılar”, küçük burjuva sınıfına mensuptular ve kapitalist Türkiye’nin işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkisini görme ve çözme yetenekleri yoktu. İşçi sınıfına dayanmayı göze alamadılar, kendilerine benzeyen üniversite hocalarına ve paşalara güvendiler. Bu güvenle iktidarı kısa sürede yeniden DP’yi devirerek darbe vurdukları “finans-kapital”in adamlarına verdiler. Mahkemeler, “bebek davası”, “örtülü ödenekten cımbız parası” davasına döndürülerek sulandırıldı. Gerçek soygun, kendisi bir hırsızlık demek olan kapitalist düzen ise, sermaye içi hesaplaşmaların budamasıyla eskisinden güçlü biçimde işleyişini sürdürdü.

Metin Toker’in özet Batista tablosunda Menderes Türkiye’sinden daha çok AKP Türkiye’si olduğunu görmek zor değil. Bazı kavramlar değişmiş, “sahibinin sesi” basın yerine “yandaş medya” diyoruz. Ortadoğu’da, “Arap Ayaklanmaları”, bu sefer her zamankinden daha çabuk ve kolay, egemen sınıfların çaldığı ve hararetini söndürdüğü devrim arayışları, 50-60’ların tablosuna benzeyen sahneyi tamamlıyor. Dünya yeni bir devrim dalgasının yaratıcı havasına muhtaçtır; sömürünün doğurduğu savaşlar, göçler, insanlık dramlarına sahne olmaktan çıkmak zorunda. Bizler bu çirkin ve kanlı boğazlaşmanın kurbanları ve seyircileri olamayız.