Çorak ülkede barış özlemi I: Eliot’un Shanti’si 

Barış Akademisyenleri için

 

20. yüzyılın önemli şairlerinden biri olan Nobel ödüllü Thomas Stearns Eliot (1888-1965) 1922 yılında İngiltere’de The Waste Land adında bir şiir kitabı yayımlar. Türkçeye Çorak Ülke olarak farklı çevirilerle kazandırılan bu eser beş bölümden oluşan uzun bir şiirdir. Dünya ölçeğindeki ilk büyük savaşın getirdiği yıkım, kırılma, kopuş, değer yargılarındaki köklü değişmeler kaçınılmaz olarak bir dönemin sonunu işaret ediyor, başka bir dönemin kapılarını aralıyordu. Şair Eliot, farklı coğrafyalar ve çağlardan farklı yazar, şair ve düşünürlerden dizeleri, parçaları, sözleri şiirine katarak o güne kadar alışık olunmayan bir tarz denemiş, vezin ve uyak kullanımı gibi geleneksel yöntemleri bir kenara bırakmıştı.

Sonuçta, 19. Yüzyılın romantizm, gerçekçilik gibi sanat akımları modernizme evriliyor ve modernist şiirin ilk örneklerinden biri ortaya çıkıyordu. Şiirdeki alıntılar orijinal dillerde yapılmış, dipnotlarla alıntıların anlaşılması kolaylaştırılmaya çalışılmıştır. Nitekim oldukça kapalı, yoğun anıştırmalı, göndermeli düzdeğişmece ve eğretileme kullanımının zirveye ulaştığı bir şiirdi bu. İnsanı şaşırtan, düşündüren, bir yerden başka bir yere savuran naturalist ve metafizik imgeler, dünya üzerinde büyük bir etki bırakan Birinci Paylaşım Savaşı’ndan şaire kalan, vicdana yüklenen imgelerdir. Bu uzun şiir okunduktan sonra Picasso’nun ünlü Guernica adlı tablosunun insanda bıraktığı etkilere benzer izler bırakır: Okur, “Bir şeyler hissediyorum, biraz buruk, acılı, çaresiz bazen isyankâr, umut dolu, ama tam olarak ne bilmiyorum, acaba doğru mu hissediyorum?” gibi düşüncelerle tanımsız zihin hallerine girer, çıkar. Anımsanacağı gibi Guernica’yı da 1937’de, İspanya İç Savaşı sırasında Alman Nazilerinin bombalamalarının getirdiği onulmaz acılar içinde çizmiştir Picasso. Bu resimdeki kübik teknik herkes tarafından tam olarak anlaşılmasa da sonuçta nasıl bir alımlama, duyumlama ortaya çıkardıysa Çorak Ülke’deki dizeler de on beş yıl öncesinde benzer etkiler ortaya çıkarmıştır. Kendini yeniden ve yeniden okutan, izleten bu eserler günümüze kadar çarpıcılıklarını, güncelliklerini kaybetmeden gelmişlerdir.

Çorak Ülke edebiyat tarihinin ilk satirik eserlerinden birini vermiş olan Romalı Petronius'un (İS. 27-66) sözleriyle başlar. Bu dizeler şiirin devamının bir habercisi niteliğindedir.

“Nam Sibyllam quidem Cumis ego ipse oculis meis vidi in ampulla pendere, et cum illi pueri dicerent: Sibulla ti thelis; respondebat illa: apothanein tehelo.”  Türkçe olarak söylersek: Sibyl’i kendi gözlerimle Cumae’de kafeste öylece dururken gördüm, ve çocuklar ona ne istiyorsun diye soruyordu, ölmek istiyorum, diyordu Sibyl.

Tanrı Apollo’un hizmetinde olan güzel bir kadındır Sibyl. Apollo onunla birlikte olmak uğruna ona istediği her şeyi verecektir. Öyle de olur. Sibyl sonsuz bir yaşam elde eder ancak sonsuz gençliği değil. Gün gelir ihtiyarlar, acı içine düşer Sibyl. Ölmek isteyen bir ölümsüzdür artık. Görgüsüzlüğün, küstahlığın bedenlenmiş hâli eski köle Trimalchio bir festivalde anlatır bunları. Cumae İtalya’daki ilk Yunan kolonilerinden biridir. Libri Sibyllini olarak bilinen kehanet kitapları Romalılar için önemlidir; zira, Apollo Sibyl’e kâhinlik yeteneği de vermiştir.

TANRILARIN BARIŞ DERSİ

Şairler zamansızlıkta yaşar, bu nedenle bir tür görücüdürler, kâhindirler. Eliot da bu zamansızlığın içinde üç bin yıl öncesinden bir metnin kritik kavramlarını şiirine alır. Bu kavramlar Sanskrit dilinden Datta, Dayadhvam, Damyata’dır.

Bu uzun şiirde sonlara gelindiğinde, “Gökgürlemesinin Dediği” başlıklı beşinci bölümde Eliot Himalayalar’a çevirir yüzünü ve şöyle der:

DA

Datta: Verdiğimiz nedir?

Dostum, kan oynatıyor yüreğimi

Bir anlık tutkunun korkunç gözüpekliği

Bunu tedbirliliğin çağı asla düzeltemez

Bununla, yalnız bununla var olmuşuz biz

Ve bu, ölüm ilanlarımızda bulunmayacak

Bulunmayacak, mezar yazıtlarımızda, hayırsever örümceğin perde çektiği,

Ya da mühürlerimizde, sıska danışmanın

Boş odalarımızda kırdığı.

DA

Dayadhvam: Duydum, anahtar

Döndü kapıda bir kez, yalnızca bir kez döndü

Anahtarı düşünürüz, herkes kendi zindanında

Anahtarı düşünür, herkes uygun bulur bir zindanı

Yalnızca akşam vaktinde, dünyadışı söylentiler

Diriltilir bir an için, bir kırgın Coriolanus

DA

Damyata: Kayık yanıt verdi

Neşeyle, yelkenin ve küreğin uzmanı ele

Deniz sakindi, yüreğin yanıt verecekti

Neşeyle, çağrılsaydı, çarparken uysalca

Kendisini denetleyen ellere uyarak

Hint Avrupa dillerinin ilk yazılı metinleri, Sanskrit dilinde Hindistan’da söylenmiş ve yazılmış olan Vedalar’dır. Vedik inanışın çok sayıda gök tanrısı vardır, gök gürültüsünün onların sözleri olduğuna inanılır. Eski Hint’te İndra, Eski Yunan’daki Zeus gibidir. Göklerin hakimidir. Vedalar, Tanrıların sözüdür. Veda döneminden 500 yıl kadar sonra Vedalar’ın sonu, başka bir deyişle Vedalar’ın yorumu olan Upanishadlar yazılır. Upanishadlar, dil yetisi ve felsefi yoğunluğuyla dikkat çeker. Batı dillerine 18. ve 19. yüzyıllarda çevrildiğinde büyük bir yankı uyandırmış olan bu metinlerden biri de Brihadaranyaka Upanishad’dır.

Brihadaranyaka Upanishad’ın beşinci bölümünde Pracapati (Tanrı) insanlar, tanrılar ve cinleri eğitmektedir. Eğitimin sonunda insanlar ondan kendilerine soru sormalarını isterler. Pracapati DA der ve insanların yanıtı Datta’dır. İnsanların, verin anlamına gelen Datta’yı öğrendiklerinden emin olur Pracapati. Sonra sıra Asuralara, Dayadhvam’ı öğretmeye gelir. Asuralar, yani cinler, iblisler, ifritler Dayadhvam’ın “merhametli olun” anlamına geldiğini anlarlar. Tanrılar ve yarı Tanrılar ise Damyata’yı yani “kontrol edin”i öğrenirler. Bu kavramların her biri şiirde farklı kıtalarda konu edilir.

Ve bu uzun şiir şöyle biter:

Datta. Dayadhvam. Damyata.
Shantih shantih shantih

Shantih, Sanskrit dilinden bir sözcük. Sakinlik, huzur, barış anlamlarına gelir. Bu barış içinde biraz da ilahiliği, ruhaniliği de barındıran bir haldir. Çok eski bir sözcüktür. Bir sözcük olmanın çok ötesinde bir çağrışım, bir ünleme işlevi yüklenmiştir. İnsanlığın binlerce yıl öncesi ya da 20.Yüzyıl başları barış istemleri için çok da uzak değil birbirinden ya da 2000’li yıllardan.

PLATON’DAN BUGÜNE AKADEMİLER VE İKTİDAR

Tarihte bütün iktidarlar yaşamın her alanına müdahale etmeye, başta din, hukuk, ekonomi olmak üzere her şeyi ele geçirmeye çalışır. Sokrates, Galile, Sacco ile Vanzetti gibi onlarca dava buna örnek gösterilebilir ancak çok da gerilere, başka coğrafyalara gitmeye gerek yok. Ülkemizde de böylesi davalardan Barış Derneği Davası, Gezi Parkı Davası başta olmak üzere sayısız örnekler verilebilir. Ne var ki, artık bambaşka bir dünyadayız, bambaşka bir yaşamda. Günümüzde bilgi birikimi yanına ‘big data’yı da alarak muhayyile ötesi bir hale dönüştü, dolayısıyla ülkenin ve dünyanın geleceğine dair kehanetlerde bulunmak için ne Apollo’ya ne de Sibyl’e gereksinim var. Hatta geçmişi bile uzun uzun irdelemeye gerek yok, sadece bugüne bakarak, çıplak gözle gökyüzünü izleyerek, denizlere, dağlara bakarak da görebiliriz geleceği.

Sokrates’in öğrencisi Platon’un okulunun adıdır Akademi. İÖ 4. Yüzyıldan İS 6. Yüzyıla kadar birçok kez kapatılıp yeniden açılarak 10 yüzyıl boyunca varlığını devam ettirmiştir. Bugün de dünya üzerinde sayısız bilim kurumunun adı akademidir. Bilim yapan ve eğitimini veren insanlara da genel anlamda akademisyen denir. İktidarlar, evet parayı yönetebilir, hukuku ele geçirebilir ancak bunlar bilim için geçerli olmaz. Olsaydı, akademi kelimesi ölü diller sözlüğünde bir sözcük olurdu.

Türkiye’de çok sayıda akademisyen barış için imza verdiklerinden dolayı akademiden uzaklaştırıldılar. Bu, aslında iktidarın bilim dünyasına da bir gözdağıydı. Bu gözdağı devletin kökenindeki en arkaik güdünün su yüzüne çıkmış hâlidir. Bir yandan büyük emeklerle elde edilmiş olan entelektüel sermayeye çökülürken bir yandan da “barış istenecekse onu da ben isterim,” zihniyetiyle bir tür kastrasyon devreye girmiştir. Bilim, felsefe, sanat yapılacaksa da bunu iktidar yapacaktır. Her şey onun izin verdiği ölçülerde olacaktır. Kitap yazılacaksa onun tarafından yazılacaktır. İcazetsiz soluk bile alınmamalıdır.

Lakin, dünya yerinde durmuyor işte. Ne zaman durdu ki? Pandemi süreci insanlığın ve kapitalizmin kıskacındaki dünyanın acizliğini anlayabilmek için iyi bir fırsat oldu. Aslında geçmiş zamanlardan söz etmiyoruz. Bir fırsat oluyor, demeliyiz, zira her ne kadar “sürü bağışıklığı” dense de “sürü kanıksaması” ya da “sürü umursamazlığı” içine itiliyor insanlar. İşte barış salgına karşı da en büyük panzehirdir. Bu berbat sistem hastalık üstüne hastalık üretmektedir.

Diyalektik işleyecektir. Üretim tüketim ilişkileri kökten farklılaşması bize bunu gösterir. Makro sistemlerin yerine onlardan daha da güçlü mikro yapıların, eğitim, bilim, sanat sistemlerinin oluşacağını öngörebiliriz. Bu süreçte birçok üniversite işlevsizleşecek, bölümler kapanacak. Zira barış yoksa eğitim de olmayacaktır. Akademi de bilim de büyük, beton binalarda ünvanlar peşinde koşturarak değil bağımsız, küçük oluşumlar ve bu oluşumların birliktelikleriyle gerçekleşecek. Biatsız, itaatsiz.

Barış vermek, paylaşmak, merhamet etmek, vicdanlı ve farkındalıklı olmaktır. Akademisyenler imza verdiler, paylaştılar, bize barışı, barış mücadelesini anımsattılar ve biz de bunu farkındayız. Şair Eliot dünyanın parçalanmışlığını zaman ve mekanların ötesinde bir yerde buluşturdu. Hafızamızı zorladı. Bugün de bu mücadele canlılığını koruyor.  

 

1. Çev: Yaşar Günenç, Yaba Yayınları, 2011.