Cinsiyetli-sınıfsal çatışmalar ve 'büyük siyasetleşme'

Son on yıldır artan şiddette gündemimizi işgal eden cinsiyetçi ve kadın düşmanı söylemler malumunuz. En az üç çocuk, “kadın mıdır kız mıdır”, kürtaj katliamdır, fıtrat olarak eşit değiliz, “tecavüze uğrayan çocuğu doğursun” ve daha tonlarcası…

Elbette Diyanet İşleri gibi devletlü kurumlar da tüm bunları sevinçle karşılayıp el yükseltmeyi ihmal etmedi. Kimi anasının dizinden tahrik oluyordu kimi üvey kızına halleniyordu. Ve nihayet boy boy din tüccarının mikro-kozmoslardan yükselen hurili seks vaatleri bu atmosferi doğallıkla tamamlıyordu.

Bu ideolojik saldırıların, ayrım ve fark gözetmeksizin tüm kadınlara yöneldiği tartışma götürmez. Denebilirse konunun içeriği gereği böyledir. Zira “kadın sorunun” teorik olarak sınıfları dikey kesen boyutları vardır ve bu yeni bir keşif değildir.

Ama başka bir yan daha var, bu “bütün kadınlar” hedefiyle ilgili.

ABD gibi örneklerde çok daha önce başlamış olmakla birlikte “kadın sorunu”/toplumsal cinsiyet çatışmaları tüm dünyada giderek daha fazla “büyük siyasetin” konusu haline gelmiştir.

“Büyük siyaset” derken, siyasetin makro düzlemini kastediyorum. Daha açığı, bu makro düzlemde, politik konuların özneleriyle olan bağlantılarının daha dolaylı/boşluklu hale geldiği, “büyük partilerin” retorik kapışmalarının bu boşlukları doldurduğu bir uğrağı kastediyorum.

Sözgelimi AKP’nin yıllar yılı “kadın” temalı ideolojik saldırılarına, kimi zaman CHP’den kimi zaman TÜSİAD’dan yahut muhalif STK’lardan gelen yanıtları düşünelim. Bu atışma alanının neredeyse hiç boş kalmadığını söyleyebiliriz.

Ya da başka bir örnek…

İstanbul Sözleşmesinin AKP içindeki ayrımlarda polemik unsuruna dönüşmesi, kadın hareketinin basıncı ve direnci kadar, “kadın sorunuyla” ilgili konuların “büyük siyasetleşmesi” eğiliminin bir sonucu olarak görülmeli.  Bir dönem lobicilikle, baskı grubu oluşturmakla anılan konular bu kez devletin tepesindeki hizipleşmelerin konusu haline gelebilmektedir.

Makro siyasette bu düellolar olurken ya da sanki bunlar hiç olmuyormuş gibi “mikro” denilen ölçekler kendi bildiğini okumakta ve ilerlemektedir. AKP rejimi, sosyal yardımlarla aileyi, muhtar ve bekçilerle mahalleyi, imamlar ve belediye etkinlikleriyle semti, toplumun kılcallarını kuşatmaya devam etmektedir.

Sistemli devlet politikası aslı meyvelerini yerel ölçeklerde vermektedir.

Tüm bu söylenenlerin anlamı “büyük siyaset alanını boş verelim, orası zaten gündem saptırma, herkes kendi mahallesine dönsün” değildir. Daha ince bir yorum mümkün ve gereklidir.

AKP rejiminin tutkulu biçimde sansasyonla doldurduğu “söylem evrenini”, tüm tutarsızlığıyla pratiğe tercüme etmek, onu, retoriğin bulutsu katmanlarından sınıflı, cinsiyetli yeryüzüne taşımak…

Bazı örnekler…

Rejim anneliğin kutsallığından, doğurmayan kadının yarımlığından bahsettiğinde, doğum yanlısı politikaların(pronatalizm) eleştirisi ya da liberter bir “sana ne” itirazı yetmemektedir.

Kutsal annelikse…

Kimdir bu kutsal anne? Kreşe bırakamadığı çocuğunu götürdüğü işyerindeki kazada kaybeden kadın mı? Çocuğunu doyuramadığı için yan odaya geçip intihar eden mi? Tüm gün ağır paspası kaldırdığı için düşük yapan temizlik işçisi mi? İş kontratında, “5 yıl hamile kalmamayı” imzalayan beyaz yakalı mı? Kırk dereden su getirse de süt iznini kullanamayan, doğurduktan sonra işten atılan mı? Kamuda bile hamile olduğu için mobbinge uğrayan mı?

Bekarlar sıkıntı kaynağı ise…

Cumhuriyet tarihinin en yüksek genç işsizlik oranlarına sahip olmamız, üstelik genç kadınların bu işsizlikten daha fazla etkilenmeleri neden sıkıntı kaynağı değildir?

Aile kutsal ise…

Kimdir, nedir bu kutsal aile? Asgari ücreti 2324 lirada tutarak temeline dinamit yerleştirdiğiniz “aile” mi bu? Milyonlarcasını sefalet koşullarında sosyal yardım kuyruklarına bağladığınız “aile” mi? Hani “erkek utanır” diye kadının yardım paketini almaya gitti aile mi?

Kadın çalışmasın, evinde otursun deniyorsa…

Kadın emeğini “ucuzun da ucuzu“ olarak kullananlar, milyonlarcasını merdiven altı atölyelerde, fabrikalarda, plazalarda, hastanelerde, okullarda, tarlalarda “eşitsiz işe” koşanlar, bizatihi “evinde otursun” diyenler değil midir?

“Çay yapmayı bile bilmiyorlar” deniliyorsa…

Kadınlar yalnızca en ucuz işlere değil ama aynı zamanda en kötü işlere sürülmüyor mu? Kadınların “çay yapmayı bilip bilmediğini” günde on saat tuvalet temizleyen kadınlara sorsunlar. AVM depolarında yük taşımaktan, kanser riskli radyolojik tetkik yapmaya bin bir türlü işi “çay yapmasını bilmiyor” dediğiniz kadınlara yaptırmıyor musunuz?

Bu örnekler çoğaltılabilir…

Büyük siyasetin lakırdısına dönüşmüş pek çok kadın düşmanı söylem, emek süreçlerine, işyerine, mahalleye, aileye gidildikçe en büyük “eleştiriyi”, sınıfsal ve cinsiyetli hayat pratiğinden alıyor.

Siyasetin, örgütlenmenin konusu olması gereken tam da budur…