Cinsiyetli bir sosyal politika ve mevzi savaşını aşmak

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının resmen yürürlüğe gireceği 1 Temmuz tarihi yaklaşıyor…

Elbette itirazlar oldu, protestolar oldu ve olmaya da devam edecek.

Hatırlatma babında söyleyelim.

İstanbul Sözleşmesi esas olarak, kadına yönelik şiddeti önlemeyi amaç edinmiş bir hukuk metnidir. Sözleşmenin beş temel ilkesi şunlardır: Kadına yönelik her türlü şiddetin ve ev içi şiddetin önlenmesi, şiddet mağdurlarının korunması, suçların kovuşturulması, suçluların cezalandırılması, kadına karşı şiddet ile mücadele alanında bütüncül, eş güdümlü ve etkili işbirliği içeren politikaların hayata geçirilmesi.

Sözleşmenin ne kadar önemli olduğu hakkında şimdiye dek söylenmiş bin tane sözün üstüne söyleyecek yeni bir sözüm yok. Yine de biraz gölgede kalan iki noktaya dikkat çekmek istiyorum:

Birincisi, İstanbul Sözleşmesi devleti, tarihsel ve toplumsal nedenlerle dezavantajlı hale gelmiş yurttaşlarının can güvenliğine ilişkin aktif biçimde sorumlu addetmektedir.

Şiddetin, çeşitli mekanizmalarla sorumlusu devlettir. Muhatap devlettir.

İkincisi, devletin sorumluluğu denilen şey laf salatası değildir. Devlet bir takım önlemler almak, mağdurlara barınma ve istihdam için bütçe ayırmak, kaynak aktarmak, öngörülen hukukun ekonomik mantığını benimsemek zorundadır. Zira Sözleşmeye göre -CEDAW’dan farklı olarak -devlet “ekonomik şiddeti” tanımlamak, kadınların “ekonomik bağımsızlıklarını kurmalarını” hedeflemek zorundadır. Sözleşmenin tanımladığı ekonomik şiddetin kapsamı kadın istihdamına izin verilmemesi, istenilmeyen bir işte zorla çalıştırılması, iş hayatındaki ileri pozisyonların kısıtlanması, eşit işe eşit ücret verilmemesi ve kadının daha az kazanması gibi birçok örnekle genişletilmektedir.

Belki de tüm bu vaatlerin sağlayacağı prestijle bağlantılı olarak, 2015'te Erdoğan, Türkiye'nin Sözleşmeye "çekincesiz" imza koyduğunu, birçok ülkede "ekonomik kriz" nedeniyle çıkmayan uyum yasalarının Türkiye'de 6284 sayılı koruma kanunu ile çıkarıldığını belirtme gereği hissetmiştir.

İlginç olan şudur ki tüm bu tartışmalarda biraz gölgede kalan bu iki nokta adlı adınca sınıf politikasını ve hatta sosyal politika taleplerini davet etmektedir. Zira önlem olarak ele alınanların tamamı sosyal ve de sorumlu devleti, onun ekonomik vaatlerini yansıtmaktadır.

Buradan hareketle denilebilir ki İstanbul Sözleşmesi, şiddete karşı ekonomik tedbirleri gündeme getirebilen, cinsiyetlendirilmiş bir sosyal politika metnidir aynı zamanda. Kaldı ki kadınların can güvenliği, günümüzün neoliberal cangılında cinsiyetli hale gelmesi kaçınılmaz bir sosyal politika konusudur.

Bu düzlemin hatırlanması, konunun söylem savaşlarına, salt ilericilik-gericilik ikiliğine sıkıştırılmaması bakımından önemli. Konu Akit gibi paçavralara gün aşırı laf yetiştirmekten, dönüp dolaşıp AKP rejiminin gericiliğine dem vurmaktan çıkmak zorundadır.

Zamanımız dar, konumuz hayati…

Direniş hattı kurgusuna devam mı edeceğiz yoksa daha agresif, saldırgan bir hat mı tutturacağız?

Yetersiz eylemleri, dolmayan meydanları büyük laflarla mı örteceğiz, yoksa üretimden gelen gücü “kadınlar vardır” demek için mi kullanacağız?

AKP’nin bu büyük operasyonuna karşı salt dışavurumcu eylemlerin, ses getirmenin, farkındalık yaratmanın öneminde ısrar mı edeceğiz, gerçek ve ciddi bir tehdit mi savuracağız?

Anaakımlaşan farkındalık ve tanınma siyasetleri içinde kayıplara mı karışacağız, mesai bitimi basın açıklamasına katılan sendikalara kafa mı tutacağız?

Vaziyet ve sorular çetrefilli.

Yine de “önümüzdeki maçlarda” da konumuz olmaya devam edecek bir şeyi daha sormakta fayda var. İstanbul Sözleşmesi’nin “biraz gölgede kalmış iki noktası” dedik yukarıda. Neden gölgede kalıyor böylesi önemli boyutlar? Neden konu devletli ve sınıflı bir düzleme doğru süzüldükçe, işin içine sınıfsal karşılaşmalar, maddi dinamikler, onu konu edinecek “sosyal politikalar” girdikçe “gölgeyi” daha çok hissediyoruz?

Daha çok hissediyoruz, zira bu tam da mevzi kaybetmeye ilişkin bir semptom, bulgu.

Zira kadın mücadelesinin beden ve kimlik politikalarından hukuksal kazanımlara uzanan geniş bir alanında, giderek daha fazla şüpheli hale getirilen “materyalist zemini” mevzi kaybetmenin en önemli semptomu, bulgusu.

Bunun da önemli bir siyasi hat meselesi, konusu, kavgası olduğu açık.