Çin, elma, beyaz çay

2008 dünya ekonomik krizini büyük buhran olmaktan çıkaran kritik olgulardan birisi Çin ekonomisidir. Politik tartışmaları bir yana bırakıp işlevsel olarak Çin’in devletçi kapitalizminin kriz savuşturan bir işlev taşıdığını söyleyebiliriz. Öyle ki global krize önlem olarak girdiği yatırım seferberliğinde Çin ekonomisi, sadece ve sadece rüzgar enerjisi alanında, son 2-3 yılda Türkiye’nin toplam kurulu elektrik üretim gücü kadar yatırım yaptı. Büyük kentleri birbirine hızlı trenlerle (bizdeki gibi hızlıca tren değil, uçağın hızının yarısı kadar hızlı yeni teknolojiyle) bağladı.

Öyle ki, sadece Çin’e devasa miktarda maden cevheri sattığı için Avustralya, kapitalist ekonomiler arasında krizden en hızlı çıkanı oldu. Dev üretim seferberliği, Şanghay gibi iki büyük metropol daha yaratmış, uçsuz bucaksız Çin bozkırına, batıdaki çöllere doğru gökdelen kentler inşa ediliyor. Ama tüm bu başdöndürücü ekonomik aktivite, Çin kentleşmesinin yarattığı nüfus değişimini soğurmaya yetmiyor. Türkiye için kabaca yüzde 4 kabul edilen, nüfus artışı ve kentleşmenin sekteye uğramayacağı “sıfır büyüme” noktası, Çin ekonomisi için yüzde 7 kabul ediliyor. Yıllık milli gelir  büyümesi, ABD krizin en dip noktalarındayken 2007’de yüzde 14,2 idi, büyük kamu yatırımlarına rağmen düzenli şekilde yavaşlayarak 2014 sonunda yüzde 7’ye dayandı.

İşte bu aralar, FED ne zaman faiz artırırdan sonraki ikinci büyük dert, ne olacak bu Çin’in yavaşlaması? Dediğim gibi yüzde 7 “sıfır” sayılıyor. Çin, dünyanın kalanının pazar sorunlarına çare olmaktan çıkıyor.

2008 krizinden günümüze bir ayağı çukurda ama yıkılmadı dedirten bu maceranın Çin yatırım talebi kadar önemli bir başka ayağı da tüketim sektörü. Özellikle cep telefonları. Türkiye’nin dış ticaret açığının en kaygı verici unsurlarından biri olan (ve hükümet tarafından ciddi ciddi “yerli üretim” düşünülen) bu ürünler, cep ve telefon terimlerini anlamsızlaştıracak bir ileri teknoloji ve üst seviye sektörel ve uluslararası sermaye işbölümü üzerine kuruldu.

Şöyle anlatmak daha doğru olacak: Nasıl 1960’lardan itibaren otomotiv teknolojisi, II. Paylaşım savaşı sonrası yeniden imarla birlikte sınırlarına gelen kapitalist büyümeyi atağa geçirdiyse, mobil cihaz teknolojisi de 2008 sonrası atağa geçirmek demeyelim ama ciddi bir “pazar pansumanı” oldu. Otomobilin orta sınıflara inmesiyle yaşanan tüketim bayramı, telefon-bilgisayarın yoksullara inmesiyle 50 yıl sonra tekrarlandı.

Orta-alt gelirli bir aile varsayalım. Eve toplam üç asgari ücret kadar bir para giriyorsa, bu paranın yaklaşık altıda birini “cihaz taksidi” olarak her ay bu düzene takdim etmekteler. Cihazların hem ömrünü hem taksit süresini iki yıl saydım.

Diğer yandan, lüks bir Alman otomobilini uzun vadeli krediyle alacak olsanız veya örneğin dört-beş yıllık bir finansal kiralama sözleşmesi yapsanız, ödeyeceğiniz rakam aylık yaklaşık iki asgari ücret kadar olur. Kaç kişi, haneye giren asgari ücretlerden ikisini bir lüks arabaya feda edebilir? Hiç kimse. O yüzden lüks arabayı sadece zenginler ve patron vekilleri kullanır.

Peki aylık taksidi 150 TL olan, hanede üç kişi tarafından tüketilen, diyelim her iki yılda bir ‘mecburen’ yenilenen mobil cihazlar o haneye giren asgari ücretlerden birinin yarısını götürüyor olsa. Bu yarım asgari ücreti kim feda edebilir? Çok kimse. Hem de çok! Lüks araba ile mobil cihaz mülkiyeti arasında aylık maliyet, dört kat. Ama mobil cihaz tüketmek isteyen nüfus, lüks arabanın, belki on bin katı…

İşte günümüz kapitalizminin, hanelerin çoğunda hane gelirinin önemli bir kısmını karmaşık bir işbölümü ve yüksek kâr oranına sahip bir sektörün üretimini realize etmesini sağlayan keşfi. Üstelik öyle bir endüstri ki, içinde Malezya’nın 200 milyar dolar piyasa değerine sahip dev bilişim şirketi de var, Güney Kore’nin yarım trilyon dolarlık ekran üreticisi de, ABD tasarım ve reklam sektörü de, Japon-Çin tasarım ve üretimi onlarca yonga da, İskandinav elektronik şebeke teçhizat üreticileri, Hint programcıları, Britanya’nın telefon şebekesi tekelleri…

Üstüne üstlük maaşınızı kuşa çeviren bu cihaz iki yıl sonra çöp sayılıyor. Öyle bir “innovasyon” fırtınası! Mesela toplam iki asgari ücret kadar maaş alan on senelik muhasebeci, son birbuçuk yıldır telefonunu değiştiremediği için utanç içinde…

Pazartesi günü bir uluslararası finans haber tekeli manşet atmıştı: “Hiçbir işe yaramayacağa benzeyen ama çok sahip olmak isteyeceğiniz bir şey çıktı”: Elma-saat! Evet gerçekten saat görünümlü bir şeyi 700 dolar civarına satıyorlar, üstelik bir mobil cihaz ihtiyacını ortadan kaldırmıyor, bir ek ihtiyaç yaratmaya çalışıyor. Ne kadar göstermelik bilmiyorum ama şimdilik kuyruk var.

Tutar veya tutmaz; ama sormamız gereken şu: Dünyanın bir kısmında üretim seferberliği ve hummalı altyapı yatırımları ile, diğer tarafında şişen bir hizmet sektörü, çılgın borçlanma ve tüketim çılgınlığıyla kapitalizm kendini yeniden üretmiş oluyor mu? (Buna olumlu yanıt ihtimalinde bile Türkiye’ye ‘ne düşer’i hiç tartışmaya kalkmıyorum, cep telefonu düşmez bence ama başlıktaki ‘beyaz çay’ı tartışmış sayın diye koydum)

Yoksa marksizmin bize anlattığı gibi - monetaristlere inat - sermayenin yaygın değersizleşmesine veya çöküşüne yol açmadıkça kriz bitmiş sayılmaz mı?