Yazdıklarından bunların az çok ne mal olduklarını tahmin edebiliyorduk. Nihat Genç’in Türk edebiyatına CİA müdahalesiyle ilgili Odatv’deki yazıları, saldırganlıkta ve küfürbazlıkta iktidar mensuplarıyla yarıştıklarını ortaya çıkardı. Şaşırmadık, bunlar da edebiyatın iktidarındaydılar ve ne yazık ki, toplumda da ortak düzeyi belirleyen bir bileşik kaplar yasası işliyor.
“Cibiliyetsiz” ile başlayan “dal….k” ile süren, entelektüel fikir tartışması yapıyorlar. “Entelektüel” ile “fikir” kavramlarına haksızlık etmeyelim, aslında bunlar bize Nasreddin Hoca’nın donmuş köyünde yaşadığımızı hatırlatıyorlar.
Hikâyeyi bilirsiniz; soğuk kış günüdür, Nasreddin Hoca bir köye gider. Köyün girişinde köpeklerin saldırısına uğrar. Hemen yerdeki iri bir taşa yapışır, donmuş toprakta taşı yerinde oynatamaz. Başkasına seğirtir, onu da kıpırdatamaz. Köyün tipolojisini çıkaran sözü işte o zaman söyler: “Ulan ne biçim köy bu; taşları bağlamışlar, köpekleri salmışlar!”
Uzun bir süredir böyle bir köyde yaşıyoruz. Küresel köy dedikleri bu olsa gerek. Haksızlığa, zulme karşı açlık greviyle bedenlerini birer taşa dönüştürüp iktidarın suratına fırlatmaya azmetmiş Nuriye ile Semih kardeşlerimize yapılanı görmüyor musunuz? Kapı kapı üstüne, zincir üstüne hapsedildiler. İnsanlar onları görmesin, onlar insan yüzüne kavuşmasın diye duruşmaya bile çıkartılmadılar.
EMPERYALİZMİN DÜDÜĞÜNÜN KÜFÜR MELODİSİ
Bunlar, sermayeye bağlı sanat yapmayı iş edinmişler, bir edebiyat tartışmasında yükselttikleri küfürleriyle taşların bağlandığı, Nasreddin Hoca’nın köyünde yaşadığımızı hatırlatıyorlar. Oysa sorun o kadar yalın ki, çürümüş bir toplumsallıkta, buna isyan edecek bir şiir, bir roman, bir hikâye arıyoruz. Bulamayınca nedenlerini araştırıyoruz. Soru soruyoruz. Cevaplar buluyoruz.
Daha önce yazılmış kitaplar var; Saunders’in “Parayı Verdi Düdüğü Çaldı”, altbaşlığı “CİA ve Soğuk Savaş” olan kitabı emperyalist kapitalizmin sanatı nasıl güdümlediğini ve icra edenleri kişiliksiz yaratıklara dönüştürdüğünü, yapanların ağzından anlatıyor. “Kültürel Özgürlükler Kongresi” adlı bir örgüt kuran ve dünyanın birçok yerinde şubelerini açan CİA’nın sanatı yönlendirmek için çıkarttığı kültür sanat dergilerini, dağıttığı ödülleri, düzenlediği festivalleri, kurduğu müzeleri ve açtığı sergileri öğrenince Türkiye’de neler yaptığını merak ediyor insan. Son yetmiş yıllık tarihi, ABD’ye bağımlılaşma süreci olarak okunabilecek Türkiye’de sanat ve edebiyatın bu sürecin dışında kalmasının düşünülemeyeceğini biliyoruz.
Bu süreci daha başında Enver Gökçe’nin dizeleri çok güzel özetler:
Kore dağlarında tabakam kaldı
Mapus damlarında özgürlüğüm.
Emperyalizmin gözü hâlâ bütünüyle işgal edemediği Kore dağlarındadır ve direnen, mücadele eden insan için hapishane ihaleleri peş peşe açılmaktadır. Artık mahkemeye de gerek kalmamıştır; torbalı hukukta mahkemeler hapishanelerin müştemilatı haline getirilmiştir.
EDEBİYATA HAPİSHANEYLE MÜDAHALE
Bu sürecin başında, emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin edebiyata müdahalesi daha açıktan saldırılarla olur. Toplumcu şiiri, 40 Kuşağı’nı hapishanelere tıkmışlardır; Enver Gökçe, Ahmet Arif, Arif Damar, Ömer Faruk Toprak, Niyazi Akıncıoğlu hemen aklımıza gelenlerdir. Sınıfın şairi Rıfat Ilgaz’ın hapishaneye kapatılma öyküsü Karartma Geceleri romanında ve filminde anlatılmıştır. Nâzım Hikmet, daha ilk kitabı yayınlanır yayınlanmaz mahkemelerin ve hapishanelerin müdavimi yapılmıştır. Cibali denince aklına tütün işçisi kadınlar gelen şair A. Kadir, onunla, “1938 Harp Okulu Olayı” tezgâhıyla hapse kapatılmıştır. Emekçi insandan yana edebiyat ve kültürümüzün kurucuları Sabahattin Ali, Ruhi Su, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Hasan İzzettin Dinamo, Kemal Bekir, Ulvi Uraz, Vedat Günyol, Fakir Baykurt, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu diye saymayı sürdürsek sayfalar dolar. Truman Doktrini, Marshall Yardımı, NATO üyeliği, AB Kapısı Türkiye’nin emperyalizme bağlanmasının araçları olduysa, bu gidişe karşı çıkan yazar, sanatçı ve aydınların hapse atılması da emperyalizmin ve işbirlikçilerinin kültür dünyamıza müdahalesinin sonuçları oldu. Hapishanenin yıldıramadığı aydını 70’lerde katlederek sindirme politikasını uyguladılar. 12 Eylül’ü yapanlar Washington’da “bizim çocuklar” olarak adlandırıldıysa, edebiyat bilimcisi Prof. Dr. Yıldız Ecevit’in “12 Eylül’ün edebiyata farkında olmadan yaptığı iyilik” olarak gösterdiği “iyilikleri” de emperyalizmin çocukları yapmıştır.
PROF. DR.’NİN EDEBİYAT İYİLİK YAPAN DARBE SEVİNCİ
Yıldız Ecevit, “Kurmaca Bir Dünyadan” kitabında şu gerçekleri açıklıkla yazmıştır: “1980 yılının 12 Eylül’ünde yapılan askeri darbe, Türk toplumunda gerek sosyopolitik/ekonomik gerekse kültürel/sanatsal alanlarda büyük boyutta dönüşümlerin yaşanmasına yol açar. 80 başlarında dünya genelinde ön plana çıkan, özel sektörün genişlemesini savunan, alınan önlemlerle kapitalizmi girdiği darboğazdan çıkarmayı amaçlayan yeni liberal görüş, Türkiye’de bir askeri darbeyle yaşama geçirilir. Darbeciler solu susturmakla işe başlar. Sol entelijensiya ile bütünleşen seçkinci/ilkeli modernitenin de susturulması demektir bu. Türkiye’nin tarihindeki en karanlık dönemlerden biri olan 12 Eylül yönetiminin bu uygulaması ürkütülen toplumun siyasal kimliğinden arınmış bir yaşam biçiminin içine girmesine yol açar. Bu arada, depolitize olmak durumunda kalan edebiyat da kendini dile getirmek için siyasal angajmanın dışında yeni alanlar aramaya başlar. Türkiye’ye onarılmaz zararlar verdiğini düşündüğümüz 12 Eylül yönetiminin, Türk edebiyatına farkında olmadan yaptığı bir iyiliktir bu. Türk edebiyatının özgürleşmesi, kendini deneysel bir sanat dalı olarak görmesi, Batı’daki estetik yenilikleri metinlerine taşıması, özgünleşmesi, 80’li yıllarda aldığı ivmelerle gerçekleşir. 80’li yıllar, Türk edebiyatında en büyük paradigma değişikliğinin yaşandığı tarih kesitidir.” (Yıldız Ecevit, Kurmaca Bir Dünyadan, s.20, İletişim Yayınları, 2013, İstanbul.)
Diyalektiğin cilveleri olmalı, solu yasaklayan, devrimcileri hapishaneye dolduran, “asmayalım da besleyelim mi” diyerek idam eden 12 Eylül, Türk edebiyatını “farkında olmadan” özgürleştiriyor.
Bugünkü çürümüş edebiyatın kuramcılarından Prof. Dr. Yıldız Ecevit sorunu bütün açıklığıyla koymuştur. Türk edebiyatının biçimlenmesinde 12 Eylül darbesinin parmağı vardır. Darbeyi yapan “bizim çocukların” arkasında NATO’suyla, CİA’sıyla, emperyalizmin ilgili kuruluşları vardır. Nasıl ki yerel düzeyde TÜSİAD’ıyla, Aydınlar Ocağı’yla, para militer faşist çeteleriyle, ordusuyla sermayenin ilgili bütün kuruluşları varsa. Sanat edebiyat departmanının yeniden örgütlenmesi ve biçimlendirilmesinde de emperyalizmin ve işbirlikçilerinin alanın özgünlüklerine göre inceltilmiş araç ve kurumlarının işbaşında olduğu kuşkusuzdur. Yıldız Ecevit’in yazdığı “iyilikler” bunlarla yaşama geçirilmiştir.
EDEBİYATA TEKELLERİN PİYASA MÜDAHALESİ
Sonuçlardan gidebiliriz. Bugün edebiyatın altyapısı diyebileceğimiz yayıncılık büyük ölçüde tekelleşmiştir. Hangi kitapların yayınlanacağına, hangi düşüncelerin çevirisinin yapılacağına tekelci sermaye karar vermektedir. Batı’da olmayacak bir pervasızlıkla Türkiye’de banka yayınevleri açılmıştır. Büyük sosyalist şairimizin, Nâzım Hikmet’in, “kelimelerde bile düşmanıyım asaletin” diyen bu eşitsizlik düşmanı şairin kitapları bir sömürü kuruluşunun adıyla damgalanmaktadır. Kitabın dağıtımı, okura ulaştırıldığı kitabevleri de tekelleşmiştir. Zincir kitabevleri, internet satış şirketleri bütünüyle sermayenin elindedir ve “12 Eylül’ün iyilikleriyle doğan” edebiyat dışındakilere engeller çıkartmaktadır. Edebiyatın soluk alıp vereceği araçlar olması gereken kültür sanat dergileri de bu sürecin ürünü olarak reklam ve pazarlama broşürlerine dönüşmüştür. Bayağı piyasa dergileri Ot, Kafa, Bavul, Hayvan, Cins vs. CİA’nın bile biçimlendiremeyeceği ölçüde okurun edebi bilincini ve ufkunu sınırlandırmaktadır.
Bu gerçekleri ortaya çıkartan bizlere, yükselttikleri küfür melodisiyle karşılık veren düdük erbabına sorabiliriz: Doğan Holding’in Hürriyet Gösteri, Koç Holding’in Kitap-lık, Sanat Dünyamız, Can Yayınları’nın Öykü Gazetesi varken, CİA’nın sanatı sermaye güdümlü kılmak için müdahale etmesine gerek var mıdır? Daha TÜSİAD’ın İKSV’sine, Eczacıbaşı’nın İstanbul Modern’ine, Borusan Holding’in orkestrasına, Zorlu Holding’in PSM’sine değinmedik bile. Bir de otoyol kıyısında yükselen “Mall of” diye bir şey var, sanatı hangi mal olarak pazarlıyorsa…
Bugün Türk edebiyat ve sanatı, bir CİA müdahalesine ihtiyaç duymayacak ölçüde sermayeleşmiştir ve sermaye güdümlüdür. Dünyayı sömürü cehennemi yapan sermaye, kültürü de insanın bütün kurtuluş umutlarını yok eden bir bayağılık labirentine çevirmiştir.
ABD ÜNİVERSİTESİNDE YAZARLIK KURSU ALANLAR
Mustafa Yıldırım’ın Ortağın Çocukları kitabı, buraya gelinceye kadar olanları ortaya koyuyor. Bütün bu sermaye başarısına rağmen yine de CİA’nın işi sıkı tuttuğunu belgelemektedir. ABD’nin Türkiye’de görevlendirdiği ve 1992’de CİA’nın “İstisnai İstihbarat Toplayıcı Ödülü” verdiği diplomat Robert Patrick John Finn’in “Türk Romanı” konulu doktora tezi bulunmaktadır. Bu uzmanlık bilgisiyle olmalı, R.P. Finn ile karısı bir başka konsolosluk görevlisi Helena Kane Finn’in ABD’deki evlerinde ağırladıkları Türkiye’den birçok yazar dostu vardır. Bunlardan, Sabah gazetesi yazarı Hasan Bülent Kahraman’ın, bir yazısında Finn’den “Bin yıllık dostum” diye söz ettiğini biliyoruz.
Mustafa Yıldırım’ın yoğun bir araştırma ürünü Ortağın Çocukları’nda, Saunders’in yazdıklarıyla birleşen ayrıntılar var. ABD’nin uluslararası devlet görevlisi eğitmekle ünlü üniversitelerinden İowa Üniversitesi’nde otuz yıllık uzun bir dönemde Türkiye’den seçilmiş bazı kişilere yazarlık eğitimi verilmiş: Refik Erduran (1968); Nazlı Eray (1976); Leyla Erbil (1979); Güven Turan (1980); Bilgin Adalı (1983); Ferit Orhan Pamuk (1985); Buket Uzuner (1996); Erendiz Atasü (1998); Mahir Öztaş (2004). Bu isimlerden özellikle ikisinin rolü önemlidir. Güven Turan Yapı Kredi Bankası yayınevinin yöneticilerinden biridir. Ferit Orhan Pamuk’un bu kadar kötü Türkçe yazmasında ve acemi bir yazıcıdan öteye gidememesinde bir Amerikan damgası olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
İSTİHBARAT RAPORUNDAKİ ÖRNEK YAZAR: ORHAN PAMUK
ABD konsolosluk memuru, Finn’in karısı Helena Kane diyor ki, “Kültür programları çarpıcı sonuçlar yaratır. Orhan Pamuk gibi Birleşik Devletler’de yaşamış ve çalışmış olan yazarların, tarihimizin ve değerlerimizin Türkiye’deki insanlarca daha iyi anlaşılmasına katkılarına değer biçilemez.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2010, s.14.) Helena Kane Finn’in üstlerine sunduğu “Türkiye’de Kültürel Diplomasi” başlıklı raporundan alınmış bu cümlelerin yazıldığı tarih 2002’dir. Demek ki, Ferit Orhan Pamuk henüz Nobel’i almamış ve ilgili kuruluşlar, üzerinde çalışmayı sürdürmektedirler. Bu ödülün açıklandığı gün, Demirtaş Ceyhun ve yazar arkadaşlarının, bu ödülün emperyalizmin bir komplosu olduğunu açıklamaları da tarihsel kanıtlarına kavuşmaktadır.
“YARATICI YAZARLIK” KURSLARI
Yakın zamanda İowa Üniversitesi Yayınları’nın yayınladığı Eric Bennet’in “ Workshops of Empire”, İmparatorluğun Atölyeleri, ABD’de, Soğuk Savaş’la birlikte, muhalif edebiyatı yok edip düzen övgücüsü bir edebiyat yaratmak için üniversitelerde açılan “Yaratıcı Yazarlık” atölyelerini incelemektedir. Son on yılda Türkiye’de de “yaratıcı yazarlık atölyeleri” modası vardır. Bir Amerikan üniversitesi olan Bilgi Üniversitesi’nde, Bilkent’te, Amerikan hikâyeciliği muhibbi Semih Gümüş’ün Notos’unda, eline kalem alan genç kuşaklara yazarlık eğitimi verilmektedir. Artık CİA entrikalarına ve paralarına gerek kalmamıştır da diyebiliriz; herkesi ABD’ye götüreceğimize Amerika’yı buraya getirdik.
Zaten Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla birlikte CİA’nın Kültürel Savaşında da çöküş başlamıştır. Encounter kapanmış, Kültürel Özgürlükler Kongresi dağılmıştır. Dünyanın her ülkesinde kapitalist sistem kendi kültürel savaşını zaten vermektedir. Örneğin Türkiye’de kültür bakanlığı yazarlara para dağıtmaktadır ama bunun biçimi casusluk yöntemlerini aratmamaktadır. Karar veren seçici kurul gizlidir. Başvurular rumuzludur.
CİA müdahalesinin kanıtlanması talebiyle küfür seferberliği başlatan yazıcı korosuna, bir zamanlar, “Rüşvetin belgesi mi olur!” diyen kapitalistin sözünü hatırlatabiliriz. Ama günümüzde artı değer sömürüsü öylesine büyük bir çürüme yaratmıştır ki, bütün kapitalist devletlerin yapısını da kuralsızlaştırmıştır. En küçük bir yasal kaygı taşımayan iktidarlar çıkmıştır. Artık Saunders’in kitabında yazdığı inceliklere, vakıftan vakıfa para transferleriyle CİA parasını gizleme önlemlerine gerek duyulmamaktadır. Her şey zorbalıkla, racon keserek, aleni yapılmaktadır.
Edebiyata CİA müdahalesinin belgesi, ortaya çıkan ürünün kendisidir. Yazar geçinen yazıcılar ve edebiyat diye yazılanlardır.
AÇ BEDENLERİN DEĞİL, ÇİFTLEŞEN BEDENLERİN EDEBİYATI
Bu küfür korosunun yazıcılarının, öykü, şiir, roman diye önümüze koyduklarından daha kesin belge olur mu? Bu edebiyatın sömürü düzeninin yardakçısı olduğunu, bu koronun çıkardıkları dergilerde yazdıkları, edebiyat estetiği diye tartıştıkları sorunlar, ödül dağıttıkları eserler, belediyelerin paralarını alarak çıktıkları festivaller, saray sofralarında sunulan yemeklere yazdıkları methiyeler kanıtlamıyorsa, daha ne kanıtlayabilir?
Sermayenin kültüre ve sanata müdahalesi evrensel düzlemde bir sorundur. İnsanlığı yıkımın eşiğine getirmiştir. Bugün batı felsefesi, toplumsal düşüncesi ve sanatı da bitmiştir. Kendi içinden yeni yeni eleştirel düşünceler doğmaktadır.
Terry Eagleton, sermayenin müdahalesiyle üniversitelere egemen olan toplumsal düşüncenin durumunu değerlendirirken, alayla şöyle yazar: “Kültür kuramı okuyan öğrenciler arasında beden çok moda bir konu başlığına dönüştü; ama üzerinde fikir yürütülen genellikle erotik beden oluyor, açlık çeken beden değil. Çalışan değil ama çiftleşen bedenlere odaklanmış yoğun bir merak var.” (Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, Çeviren: Uygar Abacı, Literatür Yayınları, İstanbul, 2004, s.3)
Emperyalizmin toplumsal bilimi, edebiyatı ve sanatı, bütünüyle kültürü içine düştüğü çürümeden kurtarmak için eleştirel çıkışın ipuçları duyuluyor. Sermaye düdüklerinin küfür melodileri, eleştirinin sesini boğmaya çalışıyor.
Sermayenin ve CİA türünden kurumlarının manipülasyonundan çıkış, öncelikle, eleştirel bilincin uyandırılması ve geliştirilmesiyle başlayacaktır. Yeniden aç bedenlerin edebiyatını ve sanatını yapacak yaratıcılara ihtiyacımız var. Çalışan, emekçi insanın bilinç kazanmasıyla, bunun heyecan ve duyarlılığını yaratacak bir estetikle kurtuluşun yoluna düşebiliriz.