Çevre kültürü ve gelecekteki insanımız

Seksenli ve doksanlı yıllarda hemen bütün Viyana yolculuklarımı Avusturya Edebiyat Kurumu’nun davetlisi olarak yaptığımdan, hep bu kuruma ait bir dairede kaldım. Daire, Viyana’da, “Haus Academia” adlı bir üniversite yurdunun binasında olduğundan, öğrencilere ait odaları da görme fırsatını buldum. Hatta bir defasında, bana ayrılan daire bir gün sonra boşalacağı için, bir geceyi boş olan öğrenci odalarından birinde geçirdim.

Sözünü ettiğim odalar, ülkemizdeki devlete ait öğrenci yurtlarının içinin düzenlenmesinde “titizlikle”(!) uyulan, yalnızca öğrencilerin “başlarını bir yere sokmalarına” yarayan ilkelere alışkın biri için gerçekten şaşırtıcıydı. Çünkü Viyana’daki yurdun bütün odaları, öğrencilere bir yuva sıcaklığını sağlama amacı doğrultusunda düzenlenmişti. Hepsinde “dayanıklı” oldukları için yeğlenen, baktıkça insanın içini donduran çelik dolaplar değil, fakat ahşabın sıcaklığını yansıtan dolaplar vardı. Odaların içindeki çalışma bölümleri de aynı çizgileri taşıyordu. Kısacası buralarda kalanlara bir “ruhsuzluk” atmosferinin değil, ama bir sıcaklığın, bir tür bireye özgü mekân duygusunun aşılanması öngörülmüştü.

Viyana’da bu nitelikleri taşıyan tek öğrenci yurdu, “Haus Academia” değil; önceki yolculuklarımdan birinde bir hafta kadar kaldığım “Haus Europa” adlı yurt da aynı atmosferdeydi.

Yıllar önce, bir Lozan yolculuğunda, orada okuyan bir dostu ziyaret etmiştik. Onun kaldığı yurdun odaları da bir evden farksızdı.

Sözünü ettiğim bu düzenleme, ilgili ülkelerin zenginliğiyle ya da yoksulluğuyla ilintili değil. Burada konu, üniversite öğrencilerine “hangi gözle” bakıldığıyla ilgili. Öğrenim süreleri boyunca onları, nasıl bir mekânda yatıp kalktıkları, yaşamlarını geçirdikleri hiç önemsenmeksizin, derslerine devam eden ve sınavlara girip çıkan robotlar gibi görmek; ya da insanı insan kılan en önemli etkenlerden birinin de insanca çevre olduğu bilinciyle hareket edip, öğrencileri öğrenimleri boyunca insan sıcaklığını taşıyan bir çevreye layık görmek - asıl sorun, bu.

Oysa bilindiği gibi, ülkemizde öğrenci yurtları hemen her bakımdan - ve üstelik kimi zaman “çok sıkı”! - denetlenirken, denetim dışı bırakılan tek nokta, bu yurtların aynı zamanda “insanca” da olup olmadığıdır; bu anlamda ve insanca bir çevre, yalnızca kaloriferin yanmasıyla ya da suların akmasıyla sağlanamaz. Öğrencinin gözünde kaldığı yurt odası nedir? Olabildiğince uzak kalmaya çalıştığı ve ancak ilerlemiş akşam saatlerinde, başka kalacağı yeri olmadığı için, dönmek zorunda olduğu bir yer mi, yoksa zamanının bir bölümünü, ona kucak açan atmosferinden ötürü, orada da geçirmeyi yeğleyeceği bir ev mi?  Bu sorunun yanıtı verilmeden ve yurtlar bu yanıt doğrultusunda düzenlenmeden, evlerinden uzakta öğrenim görmek zorunda kalan öğrencilerin “barınma ihtiyaçlarının” yeterince karşılanabildiğinden söz edebilmek, olanaksızdır. Ayrıca, yukarda da değindiğim gibi, bunu sağlamak, parasal olanaklardan değil, yalnızca bakış açısından, anlayıştan bağımlı bir konudur.

Kaldı ki bu “ruhsuz çevre” anlayışı ülkemizde yalnızca öğrenci yurtlarına değil, fakat ne yazık ki üniversite binalarının çoğuna da egemendir. On dokuz yıl boyunca görev yaptığım Anadolu Üniversitesi’nin Yunus Emre Kampüsü’nün her köşesinin insana ayrı bir zevk ve yaşama sevinci veren düzenlemesi içersinde, bu acı gerçekleri pek düşünmemiştim. Ama sonradan İstanbul’da gittiğim bazı üniversite kampüslerindeki yeni binaları görünce, her türlü mimari zevkten uzak, neredeyse ardiye üslubundan öteye gitmeyen beton bloklarının içinde üniversite eğitimi görmeye çalışan öğrenciler beni çok düşündürdü.

Bu bağlamda sanırım unutulan çok, ama çok önemli bir nokta var. Eğitim, hiçbir zaman yalnızca derslere girip çıkmakla ya da derslerin içeriğiyle sınırlı değildir; bunlar kadar, dahası bana göre bunlardan da önemlisi, eğitimin nasıl bir çevrede verildiğidir.

Üniversitedeki bütün zamanını mimarlık “sanatına” her taşıyla ihanet eden bir yapıda geçirmek zorunda olan bir mimarlık öğrencisinden, ilerde “ince” bir mimari üslubu yansıtan yapılar ve mekânlar kurması nasıl beklenebilecektir?  Ya da, sevginin, insan sıcaklığının izi bile bulunmayan “barınaklarda” gençliklerinin en önemli dönemlerini geçirenlerin, ilerde dünyaya sevgiyle, yeterince insanca yaklaşmalarını beklemek, biraz abes olmayacak mıdır?

Unutmayalım : Çevre ne ölçüde “insanca” kılınabilmişse, ancak o ölçüde “birey olabilmiş insan” yetiştirebilir...