'Çevirmenler, dillerini herkesten iyi bilmek zorundalar...'

Bu hafta, Toni Morrison, Amanda Filipacci, Lawrence Durrell, Italio Calvino gibi yazarlardan yaptığı çevirilerle ve eğitimciliğiyle tanıdığımız Ülker İnce'yle (farklı şehirlerde yaşamamızdan ötürü yüz yüze olamasa da) bir röportaj gerçekleştirdim. Ülker İnce & Dilek Dizdar ortak çalışması olan 'Çeviri Atölyesi / Çeviride Tuzaklar' kitabını temel alarak hazırladığım sorulara Ülker İnce'nin verdiği yanıtlar yalnız çevirmenleri, çevirmen adaylarını değil okurları, eleştirmenleri, yayıncıları da ilgilendiriyor. 
'Çeviri Atölyesi / Çeviride Tuzaklar'... Her bölümü tekrar tekrar okunası, üzerinde bolca düşünülesi bir kitap... Benim gibi çeviriye gönül verenlerin zevkle okuyacağı, kuramsal metinlerin sıkıcılığını taşımayan, sıcacık bir kitap. Aynı zamanda edebiyatla, dille ilgilenenlerin ve elbette meraklı okurun elinden bırakamayacağı bir kitap...
Ülker İnce'ye şükranla...

ÖÖ: Toni Morrison, Amanda Filipacci, Lawrence Durrell, Italio Calvino gibi yazarlardan yaptığınız çevirilerle tanıyoruz sizi. Aynı zamanda yıllarını bu işe veren, öğrencileri tarafından sevilen bir eğitimcisiniz. Ortak çalışmanız "Çeviri Atölyesi / Çeviride Tuzaklar" da yaptığınız atölye çalışmalarının ürünü. Türkiye'deki çeviri eğitiminin yeterliliği  yada üniversite bölümleri arasındaki eşgüdüm hakkında neler söylersiniz?

Üİ: Ben genelde Lawrence Durrell’ın İskenderiye Dörtlüsü (Justine, Balthazar, Mountolive, Clea) adlı yapıtının çevirmeni olarak tanındığımı sanıyordum. 1985’de yayınlanmış ilk çevirimdir. Çok sevilip çok okunmuştur, hala da okunur, baskılar yapar. Okuyanların unutamadıkları kitaplar arasındadır, çeviriyi okuyanlardan bunu hep duymuşumdur, çok etkilendiklerini ve unutamadıklarını söylerler. Konu ve kişiler çok ilginçtir, okurların aklında kalır  ama yazarın dili de çok etkileyicidir.   Bana kalırsa konu ve kişiler kadar önemlidir. O dil olmasaydı acaba o kitaplar o kadar etkili olur muydu? Hiç sanmıyorum. Durrell çok fazla eğretileme kullanır, iç içe eğretilemelerle doludur metni ama bu eğretilemeler içinde bir tane olsun bozuk, anlaşılmayan ya da işlevsiz, laf olsun diye kullanılmış eğretileme yoktur, hepsi sözü güçlendirmeye hizmet eder ya da bir duygu ya da düşüncenin daha önce belki de hiç tanık olmadığımız bir karmaşıklık ve boyutluluk içinde dile getirilmesine yardımcı olur.   Durrell’ın sözcük dağarı da çok geniştir, sözcük seçimleri de çok bilinçlidir. Her sözcüğü bilerek ve titizlikle seçtiği bellidir.  Örneğin “büyüklük” ifade eden onlarca farklı sözcük kullandığına tanık olursunuz metinlerinde. Farklı sözcükler kullanması hiç de nedensiz değildir. E, o zaman, bozuk, anlamsız ya da işlevsiz eğretilemelerle, iyi seçilmemiş sözcüklerle aktarım yaparsanız ne olur, metni öldürmüş olmaz mısınız? Metnin tadı tuzu kaçmaz mı? Aslında bütün iyi edebiyat yazarları Durrell gibi dillerini çok iyi kullanırlar. Tersini düşünemeyiz.

Bu konuyu biraz uzatıyorum çünkü sözü Türkçeye hakimiyet konusuna getireceğim. Türkçeye edebiyat çevirisi yapacak kişiler elbette Türkçe hakimiyetinin ne kadar önemli olduğunu bilirler ama anadillerini herkes kadar bilmenin, yani doğal koşularda aile ve okul çevresinde, toplumsal çevrelerinde öğrendikleri kadar bilmenin iyi bir edebiyat çevirmeni olmalarına yetmeyebileceğini bilmeleri daha önemli.  Dillerini herkesten iyi bilmek zorundalar. Kendilerine öğretildiği kadarıyla yetinirlerse olmaz. Bu demektir ki özel çaba gösterecekler.  Kitapta o özel çabanın neleri kapsaması gerektiğine işaret ediyoruz. Örneğin, metin okuma ve oluşturma becerisinden, metin bilgisinden, sözcük bilgisinden,  dilbilgisinden söz ediyoruz.  Bunları nasıl ayrıntılandırdığımızı  kitabı dikkatli okursanız göreceksiniz.

İşi daha da basitleştirelim, iyi bir okur ve yazar olmaktan söz ediyoruz.   Belli bir içeriği onlarca farklı şekilde kaleme alabilme becerisinden, örneğin. Ya da aynı cümleyi farklı etkiler yaratacak şekilde onlarca farklı şekilde söyleyebilme becerisinden.  Tabii çevirmenlik yalnızca bu becerilerle sınırlı değil. Çevirmenliğin daha başka boyutları da var. Kitapta neredeyse bütün farklı boyutlarına değindiğimizi görebilirsiniz.

Türkiye’de yeterli düzeyde çeviri eğitimi  veriliyor mu, diye sorduğunuzda aklıma hemen Türkiye’de mimarlık ya da tıp eğitimi yeterli düzeyde veriliyor mu acaba sorusu geliyor. O bakımdan gelin biz soruyu başka türlü soralım: Acaba Türkiye’de çeviri bölümlerinde çevirmen adaylarına çevirinin ne tür bir edim  olduğu, neleri dikkate almayı zorunlu kıldığı, nasıl bir donanım gerektirdiği bilinci veriliyor mu? “Bilinç”ten söz ediyorum. Elinizdeki kitap, (2000 yılında emekliye ayrılıncaya kadar) Boğaziçi üniversitesi çeviribilim bölümünde hocalık yaptığım dönemdeki çeviri atölyesi çalışmalarını kapsadığına göre, bu soruya en iyi yanıtı orada bulacağınızı söyleyebilirim. Yine o dönemle sınırlı olarak, bizim bölümümüzün farklı üniversitelerdeki çeviri bölümleriyle  ilişkilere önem verdiğini biliyorum, çeşitli seminerlerde, konferanslarda, derslerde bu alanın  insanları bir araya gelirlerdi, belli bir etkileşim sürdürülürdü. Şimdi hala öyle mi, bilmiyorum.     

ÖÖ: Türkiye’de çevirmenin rolü ve konumuyla ilgili gözlemleriniz neler? Çeviribilim çalışmaları uygulama alanında ne  ölçüde gerçekleştirilebiliyor?

Üİ: İnsanlık tarihinde çevirmenler, uygarlığın gelişiminde her zaman çok önemli bir rol oynadılar. Rönesansı başlatan etmenler arasında Yunan klasiklerinin, Yunan ilminin çeviri yoluyla Avrupa’ya aktarılması gerçeğinin bulunduğunu biliyoruz. Türkiye cumhuriyetinin kuruluş aşamasında da çağdaşlaşma, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma hamlesinin önemli adımlarından birini, Milli Eğitim Bakanlığı  öncülüğünde başlatılan bir çeviri hareketinin oluşturduğunu da biliyoruz. Cumhuriyet, dünya klasiklerinin Türkçeye aktarılmasının öneminin farkındaydı. Cumhuriyetin kurucuları uygarlığın sürekli bir yürüyüş olduğunun, “bu sürekli yoldan ayrılan ve ayrı kalan dallar[ın] kendi kendine çürüyüp düşmeye mahkum” olduğunun bilincindeydi. O bakımdan bir büyük akışa katılmanın yolu olarak çeviriyi önemsediler. Çevirmenleri önemsediler.

Bugün de hayatımızın çevirisiz yürüyen, yürütülebilecek bir alanı yok gibi. Sağlıktan tutun tarıma, tarımdan tutun ilaç sanayiine kadar hayat çarkı çevirmenlerin katkılarıyla dönüyor. Ama çevirmenin ve yaptığı işin önemi yeterince algılanıyor mu, derseniz, olumlu yanıt veremeyeceğim. Bu neden böyle, açıklaması çok uzun.

Çeviribilim çalışmalarının, çeviri uygulamaları üzerinde  hiç etkili olmadığını söylersek haksızlık etmiş oluruz. Çeviribilim sayesinde çeviri konusunda belli bir bilinçlenme düzeyine ulaşıldığına kuşku yok. Zaten çeviribilimden en fazla bekleyebileceğimiz şey de budur, belli bir “bilinçlenme” yaratması. Gerisi tek tek çevirmenlere, yayıncılara, çeviri editörlerine, çeviri eğitimi verenlere, vb. kalıyor.

ÖÖ: Çevirinin sınırları ve sorumlulukları nelerdir? Buna bağlı olarak çevirmenin özgürlük sınırları nasıl belirlenir? Metne sadakat elzem midir? 'Serbest çeviri' deyince ne düşünmemiz gerekir? Çeviri &  yerelleştirme ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üİ: Metne ya da yazara sadakat nedir, çevirmen ne kadar özgürdür, özgür çeviri nedir konusunu kitapta döne döne, belki biraz da okuru bıktırmaya aldırmayarak,  ele alıyoruz. Bu konularda bir şeyler söylemek için hiçbir fırsatı kaçırmadık, çünkü bu konuda bir kafa karışıklığının bulunduğu kuşkusu var bizde. Kitabı tümüyle okuduğunuz zaman göreceksiniz, bazen “özgür” dediğiniz çeviri en “sadık” çeviridir, bazen de en “sadık” dediğiniz çeviri, çeviri bile değildir. Çevirinin ne olduğunu kavradığınız zaman bu konulara bakışınız tamamıyla değişir.

“Yerelleştirme” kavramı da yeni icat oldu. Benim için ufuk açıcı, yepyeni bir kavram değil. Siz bir metni hakkıyla çevirin, o metin zaten yerelleşmiş olur.

ÖÖ: Çeviri edebiyatımıza baktığınızda gelinen nokta tatmin edici mi? Türkiye'de kitap çevirmenliğinin dünü ile bugününü nasıl görüyorsunuz?

Üİ: Sorunuzun ilk bölümünü tam anladığımdan emin değilim. Neyi ölçü alarak tatmin edici ya da değil, diyeceğimi bilemiyorum.  Ancak ülkemizde yayınevlerinin yayınlarının aşağı yukarı yarısını çeviri kitapların oluşturduğunu söyleyebilirim. Bu oran başka ülkelerdeki oranlara göre çok yüksek. Yani ülkemizin insanları çok fazla çeviri okumak zorundalar. Okuyorlar. Çevirilerden genelde yakındıklarını da biliyoruz.  Bu kadar çok çeviri okuyunca tabii uzman oldular, çeviri iyi mi kötü hemen anlıyorlar. Bana sorarsanız kötü çeviriyi okumak zorunda değiller.  O çeviriye verdikleri parayı geri almanın bir yolunu bulsalar, bakın o zaman neler oluyor. Sonuçta iyiyi kötüden ayırmak konusunda okurdan daha iyi bir hakem düşünemiyorum. 

ÖÖ: "Çeviri Atölyesi / Çeviride Tuzaklar" sizin de belirttiğiniz gibi çeviri yapan ya da çeviri yapmayı öğrenmek isteyen ya da bu disipline ilgi duyanlara bir rehber niteliğinde. Bahsettiğiniz tuzaklar, öneriler geçekten çok önemli ama belki de en çok dikkat çeken çevirmenin / çevirmen adayının Türkçe yetersizliği vurgunuz. Bu husustaki önerileriniz nelerdir?

Üİ: Bu soruya yukarıda yanıt verdim aslında. Çeviri yaparken çevirmenin bir “yetersizlik” duygusu yaşadığından söz ediyoruz kitapta. Hatta birkaç öğrencinin, “Türkçem yetersiz” itirafında bulunduğuna tanık olmamız üzerine hemen fırsatı kaçırmayıp Türkçe hakimiyeti konusuna eğildik. Ayrıca bu sorun keşke yalnızca çevirmenlerin sorunu olsaydı, belki çözmek kolay olurdu ama çok daha genel. Gazetelerde yazanlar, televizyonlarda konuşanlar, hatta kitap yazanlar arasında dili iyi kullananların sayısı parmakla sayılacak kadar az. Çok az. Dili iyi kullanma diye bir kaygı vardı eskiden ülkenin insanlarında. Altmış-yetmiş yıl geriye gideceğim. Türkçe’den ikmale kalınmazdı, Türkçesi zayıf olan, bütün dersleri iyi bile olsa doğrudan sınıfta kalırdı! Türkçe o kadar önemsenirdi. Bundan hangi akılla, niçin vaz geçildi, kim vaz geçti?   Şimdi çevirmenler ne yapsın?

ÖÖ: Çevirmenin görünmezliği  dendiğinde ne anlamalıyız? Görünmezlik nereye kadardır? Sinemada çevirmen ismine rastlayamıyoruz. Çoğu yayınevi kitap kapaklarında çevirmenin ismini belirtmiyor. Kitap tanıtım sayfalarında da çevirmenden pek söz edilmiyor. Edebiyat çevirisinin zorlu bir iş ve süreç olduğunu kabul etmekle birlikte“çevirmene fazladan bir hak doğurmayacak bir iş olduğunu” söyleyen yayıncıların veya yazarların sayısı da az değil. Bu sorunlar nasıl aşılır?

Üİ: İşler çok karıştı. Bir yandan hayatın her alanında çeviriye her gün biraz daha fazla ihtiyaç duyuluyor, bir yandan da çevirmenlerin saygınlığı artacağına azalıyor. Bu nasıl iş? Kitap kapağına çevirmenin adını koymamak, bundan kırk yıl önce düşünülmesi olanaksız bir şeydi. Ben hatırlıyorum, pek çok yayınevi kitabın reklamını yaparken çevirmenin adını kullanırdı, “Falan yazarın kitabını falan çevirmenin yetkin çevirisiyle okuyacaksınız,” gibi. Oradan buraya nasıl geldik? Bu ancak topyekûn bir küme düşüşle açıklanabilir!

Çeviri kitap için tanıtım yazısı yazanların, çevirmenin adını hiç anmaması aklın alabileceği bir şey değil. Başıma geldiği için biliyorum, tanıtım yazısı yazarı, Türkiye’de falan yayınevinden  falan yabancı yazarın kitabının çevirisinin çıktığını duyuruyor.  Çevirmenden, çeviriden hiç söz etmiyor, bu yetmezmiş gibi yazarın dilinden, dilinin şöyle ya da böyle olduğundan söz ediyor. Hangi yazarın hangi dili? İnsan hiç değilse o zaman ayılır. Ben kimin dilinden söz ediyorum der? Yazarın dilinden söz ediyorsam, o kitabı özgün dilinden mi okudum, hayır. Pekiyi benim okuduğum kitabın dili kimin dili? Bunu düşünmekten aciz birine ne denir bilmiyorum?

Daha başka sorunlardan söz ettikten sonra, “Bu sorunlar nasıl aşılır?” diye soruyorsunuz. Hiç olmaması gereken bu sorunlar neden var bilmiyorum ama bunların nasıl aşılabileceği sorusuna yanıt vereceğim. İşini çok iyi yaparak, işini iyi yapmanın sonsuz özgüvenini taşıyarak, yasal haklarını bilerek, haklarını her zaman sonuna kadar savunarak.


Künye: Çeviri Atölyesi / Çeviride Tuzaklar, Ülker İnce & Dilek Dizdar, Can Yayınları, 2017

Not: Bitmek bilmeyen işler yüzünden yazılarıma ara veriyorum. Bu bir ayrılık değil, bir mola. Hep "Diren Kitap" diyeceğiz ve gerçekleri söylemeye devam edeceğiz sevgili okur; çünkü gerçekler devrimcidir. İki ay sonra tekrar buluşmak üzere... Bol kitaplı günler dilerim...