Cesaret ne zaman kaide olur?

Korku kaide, cesaret istisnadır. Öyle olduğu için “kahramanlar” vardır. Onların cesaretine hayranlık duyarız, onlara inanırız, asırlar geçse de onları unutmayız, anarız, yâd ederiz, hikâyelerini nesilden nesle anlatır, aktarırız.

Günlük hayat korkular üzerinden ilerler, örgütlenir, bir tür “korku tertibatıdır” yaşadığımız. Geçim korkusu, muhtaçlık korkusu, can korkusu, sevdiklerimizi kaybetme korkusu... Çağlar öncesinden bugüne taşıdığımız içgüdüsel korkular vardır sonra. Karanlık korkusu, fare korkusu, donma korkusu, yanma korkusu... Kaçabilmek için tekerleği, ısınabilmek için ateşi, iyileşebilmek için ilaçları, teslim olabilmek için ilahları, avunabilmek için dini, mabetleri ve kaderi, harici tehditlerden korunabilmek için evleri böyle bulduk, böyle akıl ve inşa ettik. Medeniyet dediğimiz şey, büyük ölçüde korkularımızın eseridir.

Korku bizi gündeliğin diplomasisine mecbur bırakır, müzakereye sevk eder, karmakarışık bir pazarlık, temas, alışveriş silsilesi çıkar ortaya. Bu karmaşanın kendi içinde belli bir düzene kavuşturulması için irademizi iktidarlara ve ona bağlı yetki odaklarına teslim ederiz. Kimi zaman bir sandığa zarf atarak yaparız bunu, kimi zaman göksel ya da doğal bir otoritenin devrede olduğu inancıyla veya kabulüyle. Yetiremediğimiz, yetişemediğimiz, naçar kaldığımız, dara düştüğümüz zamanlarda iktidar teşekkülünün imdadımıza koşacağını düşünürüz, buna güveniriz. Değil mi ki irademizi ona emanet etmişizdir, emeğimizi satıp vergimizi ödemişizdir, fabrikalarına işçi, kışlalarına asker vermişizdir, asgari de olsa korunma talep etmek hakkımızdır. 

Medeniyetin adına “demokrasi” dediğimiz merhalesine varmışsak, “yurttaş” sayılacak kadar şanslıysak yani, bizi korumayan iktidarlardan hesap da sorarız, ama işte korku çoğunlukla “demokrasi ve yurttaşlık” gibi mefhumlara galebe çalar. Hayatta kalma gayreti ve güvenlik beklentisi, hele kriz dönemlerinde, kritik ve kaotik zamanlarda, hesap sorma, demokratik kurumları işletme, hakkını arama mekanizmalarını birer teferruat haline getirir, tezahüratın gürültüsü artarken, itirazın sesi kısılır.

Ama, sayfalarında yazdığımız bu gazetenin logosunda denildiği gibi, “gerçekler devrimcidir”. Gerçeklerin günün birinde ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır. İktidarların itaat karşılığı o asgari güvenliği sunamadığı bir zaman gelir. Zulüm sonsuz değildir, yalanın, talanın, baskının hükmü ilelebet sürmez, suskunluk bir gün biter.

Medeniyeti inşa eden korkularsa, tarihi yazan da cesarettir. 

Sıradan insan ne zaman kahramana dönüşür? 

Cesaret ne zaman kaide haline gelir? 

Paylaşıldığı zaman. 

Sirayet ettiği zaman. 

Çığ gibidir cesaret. 

Önce bir kucak kar, sonra on kucak, sonra yüz... 

Bir eşik aşılır, evlerden çıkılır, sokaklar eve dönüşür. 

İnsanlar o sokaklarda birbirine bakar, birbirini ağırlar, birbirinden cesaret almaya başlar. 

Eşitliğin, özgürlüğün, kardeşliğin aydınlık yüzü görünür.   

Bir noktadan sonra da o çığın karşısında kimse duramaz. 

Yeter ki ortak cesaretten, cesaretin menzilinden geri dönülmesin. 

Çünkü “devrim belirsiz bir geleceğe dair yazılan bir masal değil, aktüel bir şeydir”.


Kitap tavsiyesi:
Yedinci Günün Sabahında – Ender Öndeş (Notabene)
Film tavsiyesi:
Tangolar – Fernando Solanas
Güney – Fernando Solanas