Cesaret

Erkan Baş’ın ve Can Soyer’in İleri’deki ilk yazıları, neyin gerektiğinin altını çiziyordu: Cesaret…

Evet, bize gereken budur…

Fransa’da, 1792 Ağustos halk ayaklanmasında Danton da “cesaret, cesaret, daha fazla cesaret” diyordu.

Örgütlenme, eylem, siyasal mücadele ve az önceki Danton göndermesinde söz konusu olan “ayaklanma”…

Cesaretin daha çok bu alanlarda sergilenmesi gerektiği düşünülür. Doğrudur; ancak, cesaretin yalnızca buralarda önem taşıdığı, başka alanlarda ise cesaretin yerini temkinliliğin alması gerektiği söylenemez.

Çünkü siyasal mücadelede sergilenecek cesaretin de bir öncülü, olmazsa olmazı vardır: Teoride, düşüncede ve siyasal süreçlere yaklaşımda cesaret…

Bu varsa, gerisi de gelecektir.

Başka yoldan söylersek, bize en başta gerekenlerden biri “teorik ihtilalciliktir” ve öyle böyle değil bayağı cesaret gerektirmektedir.

“Teorik ihtilalcilikten” kastedilen, Marx, Engels ve Lenin’in yazdıklarını orasından burasından derleyip “yepyeni” bir sentezle ortaya çıkmak, bir başka “Büyük Teori” inşa etmek değildir.

Kastedilen, az önce anılan müktesebattan hareketle Türkiye devrimine ilişkin bir kurgu, fikir ya da düşünce sistemi geliştirmektir.

İsteyen “vizyon” da diyebilir.

Peki, nasıl “geliştirilir”?

Elbette, inzivada tefekküre dalarak, istihareye yatarak, ilham perisini bekleyerek ve sonra da oturup yazarak değil; örgütle, kolektif çabayla, ortak akılla ve yaşanan deneylerden kalkarak…

***

Devam edelim ve soralım: Cesaret gerektiren teorik-düşünsel hamlede, bir tarafta pratik/deneyim öncesi kurguların, diğer tarafta ise pratik/deneyim sonrası çıkarsamaların payı hakkında bir şey söylenebilir mi?

Bir futbol takımının performansında “teknik direktörün payı” gibisinden bir sorunsaldır. Yani oturup ayrı ayrı pay biçmeye çalışmak beyhudedir; ikisi birbiriyle ayrıştırılamayacak biçimde iç içe geçer.

Başka yerlerde de söylendi: Daha işin başında kendine özgü bir cesaret gerektiren “teorik ihtilalcilik”, Büyük Teori ile ülke gerçekliği arasına “düşünülmüş somutu” yerleştirmektir. Dikkat: Afaki değildir, çünkü içinde somut vardır; ama çıplak gerçeklikten de ötedir, çünkü içinde düşünülmüşlük vardır.

İşte, bunu geliştirebiliriz. Kuşkusuz hemen, bir seferde ve masa başında değil, bir süreç içinde ve ülkenin canlı, canlılık vaat eden dinamiklerinden hiç kopmadan, örgütlü olarak…

***

Hepsi tamam da, bu işe bir mutlaka başlaması gerekenler, bir de peşinen hiç kalkışmaması gerekenler, hiç “kaldıramayacak” olanlar vardır.

“Ben hangisiyim acaba?” diye düşünenler çıkarsa, işte aşağıda bir “kontrol listesi”:

“Asker” sözünü işittiğinde aklına vesayetten başka bir şey gelmeyen, devrim denilen şeyi hiç düşünmese daha iyi olur.

Bu ülkede ne olacaksa Kürt siyasetinin açtığı yoldan yürünerek olacak diyen de, Kürt=bölücü denklemine hapsolup kalan da, cesaretini, teorik ihtilalcilik şansını yitirmiş demektir.

Bugün ülkenin “üçe bölünmüşlüğü” bir realite olsa bile, bu durumu kalıcı kabul edip iki bölmeden büsbütün vaz geçenler hiç başlamasınlar daha iyi.

AKP’nin/Erdoğan’ın “yüzde 50’lik tabanı” peşinen kayıp hanesine yazılıyorsa, insanların “devrim” diye kendilerine eziyet etmelerinin âlemi yoktur.

Kendini “Cumhuriyetçi” olarak tanımlayan, sola açık kesimlerin yanına “ya bizi ham yapıverirlerse” korkusuyla hiç yaklaşılmıyorsa, böyleleri evlerinde otursalar kendilerine de başkalarına da iyilik etmiş olurlar.

Gerçekten kitlesel her hareketlenmeye belirli bir renk çalması kaçınılmaz olan özgürlükçü ve otorite karşıtı yönelimlerden “liberallik” alarmı alanlar, tarla tarımını bırakıp seracılığa başlamalıdırlar.

Kitlelerin katıldığı, gerçek anlamda devrimci her sürece damgasını vuracak inişler çıkışlar, gelgitler ve karmaşık süreçler “kaos ürküntüsü” yaratıyorsa, böyleleri gerilere dönüp “barışçı geçiş olasılıklarını” tartmakla ve örneğin “Fransız solunun ortak programı” gibi belgeleri kıraat etmekle yetinmelidirler.

Sonuçta, gerçi “ayaklanma” uğrağında değiliz; ama gene de “cesaret, cesaret, daha fazla cesaret…”