Can Soyer arkadaşımız, birkaç yazıda sosyalist hareketin periyadizasyon ve starteji ilişkisini ele aldı. Bu çalışmaların bütününün son derece ufuk açıcı ve yararlı olduğunu düşünüyorum. Geleceğe dönüştürücü adımlar atabilmek için geçmişe ilişkin yanılsamalardan kurtulma yolunda özlü değerlendirmeler içeriyordu.
Benim itirazım, Can Soyer’in 12 Eylül sonrası sosyalist hareketin bazı niteliklerine ilişkin yazdıklarına olacak. Şöyle yazıyor: “Sonuçta, Türkiye sosyalist hareketi, bir önceki dönemin stratejisine de uygun biçimde, elindeki varlıkları korumaya, kapitalizm koşulları altında bir komünist kimlik, etik ve estetik yaratmaya, bu arada iktidar savaşımından önce teorik ve ideolojik arılığını sağlama alarak kendisine yönelen saldırılara yanıt vermeye çalışmıştır. Bu açıdan da eleştirilmesi değil, alkışlanması gereken bir tarihsel başarıya imza atmıştır.” İşte, benim itirazım buraya, Can Soyer, 12 Eylül sonrasında “bir komünist kimlik, etik ve estetik yaratmaya” çalışan hangi sosyalist hareketten söz ediyor?
Kimlik değil, kişilik sorunu
“Komünist kimlik” sorununu bir yana bırakıp “etik ve estetik yaratmaya” gelmek istiyorum, ancak bunun da kavramsal olarak sorunlu olduğunu belirtmeden edemiyorum. Emperyalizmin “kimlik” politikası ve felsefesini ürettiği ve yerleştirdiği bir dünyada komünistlerin “kimlikleri” değil, “kişilikleri” olmalıdır. “Kimlik” kalıptır, dondurulmuş ya da kurgulanmış imajdır, toplum çözücüsüdür; “kişiliklerden” hayata ve ahlaka geçebiliriz. Buradan da, Can Soyer’in büyük bir iyimserlikle “etik ve estetik yaratmış” sosyalist hareketi nerede bulduğu tartışmasına…
Bu konuda Can Soyer’in tam tersini düşünüyorum; 12 Eylül sonrası sosyalist hareketin en büyük yenilgisi “etik ve estetikte” olmuştur. Zaten ahlak ve estetikte yenilgi, son tahlilde devrimci mücadelede yenilgi demektir. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyeceğim; bugün dünyada ve Türkiye’de her alanda yabancılaşma, sömürü, baskı, zulüm, savaştan başka bir şey olmayan bir düzene devrimci bir seçenek yaratılamıyorsa, bu, her şeyden önce, günümüzde etkili olabilen, insani bir ahlak ve estetik yaratılamamış olmasındandır. Tarihsel olarak çürümüş ve devrimleri zorunlu hale getiren düzenler önce yeni bir sanat, felsefe, ahlakla, bunların yoğurduğu yeni bir insanla hükümsüz hale gelirler. Felsefenin, sanat ve edebiyatın eleştirisinden geçmeyen ve bu eleştirinin doğurduğu yeni ahlaklı insanların eylemiyle sarsılmayan bir düzenin yıkılması ve yeni toplumun kurulması mümkün değildir. Bugün çürüyen emperyalist kapitalizmin en büyük başarısı, toplumun bu yenileyici ve yaratıcı kanallarını, felsefeyi, edebiyatı, sanatı, yani estetiği, bütünüyle kültürü ele geçirmiş olmasıdır.
Kundera ithalatçısı Belge’li Birikim gericiliği
Özellikle emperyalist Batı’da marksizmin sürdürücüsü parti ve kişiler, sistemin bu başarısından, ideolojik hegemonyasından büyük ölçüde etkilenmiş ve devrimci niteliklerini yitirmişlerdir. Türkiye’de ise, baştan beri düşünsel ve kültürel ithalata pek yatkın intelligentsia, Batı’da pişirilen her türden “etik ve estetik” döküntüyü ülkeye taşımayı ve sosyalistlere de büyük ölçüde pazarlamayı becermiştir. Hemen, seksenlerdeki, “Belge’li Birikim gericiliğinin” Kundera ve Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ticaretini anımsayabiliriz, bugünlerde Can Yayınları eliyle yeniden piyasaya sürülmüştür. Bunun benzerlerini sol içinden çıkan itirafçıların ürettiğini, Latife Tekin ve Gece Dersleri kitabını tipik bir örnek olarak unutamayız. Ahlak ve estetikteki bu ithal ve yerli saldırıya zamanında savaş açan tek bir sosyalist aydınımız çıktı; Küfür Romanları ve Estetik Hesaplaşma kitaplarıyla Yalçın Küçük, bu saldırıyı püskürtmeye çalıştı. Ama ne yazık ki tek başınaydı, bunu sahiplenen, etik ve estetikte daha ileriye götüren bir sosyalist hareket ben bilmiyorum.
Haklarını yiyemeyiz, sosyalist aydınlarımız, kitaplarla, yayınladıkları dergilerle bu saldırıyı durdurmaya çalıştılar. Seksenlerde Kemal Özer yönetiminde, Asım Bezirci, Afşar Timuçin, Cengiz Gündoğdu’nun arasında bulunduğu yazar kadrosuyla Varlık dergisini, Osman Çutsay’ın Edebiyat Dostları’nı, 90’ların başında çıkan ve binbir güçlükle hâlâ yayınını sürdürmeyi başaran Cengiz Gündoğdu ve şair Berrin Taş’ın İnsancıl dergisini, 1994 sonunda ilk sayısını yayınladığımız kısa ömürlü Sermaye Kültüründen Kopuş dergisini unutamayız; sistemin ahlak ve estetik dışı bayağı edebiyatını eleştirerek durdurmaya çalıştılar. Silinmek istenen gerçekçi edebiyatımıza, susturulmak istenen sosyalist yazarlarımıza kapılarını açtılar.
İktidar Yolu’ndan Ak-uşaklığa
İçinden geldiğim için biliyorum, İnsancıl dergisi, 90’ların başında anti-hümanist, anti-komünist bu bayağı burjuva edebiyatını “Geçersizdir!” kapağıyla afişe ettiğinde, zamanın “sosyalist” dergilerinden İktidar Yolu adlı bir dergide, “Vandallar Geliyor!” başlığıyla karalanmıştı. Bu başlık altında yazanlardan biri, Adnan Özer, bugün AKP belediyelerinin ve kuruluşlarının en becerikli elemanlarından biridir. “İktidar Yolu”ndan pek “etik ve estetik” bir yaratıcılığa, Ak-iktidara çıktığını görebiliyoruz.
Burada bir genelleme yapacak olursam, ne yazık ki, sosyalist hareket başlığı altında toplanacak hiçbir oluşumun, sözünü ettiğim aydınların ve dergilerin, kültürümüzü çürüten bu burjuva saldırısına karşı mücadelesine omuz verdiğini söyleyemiyorum. Böyle bir direnişin gerekliliğine hiçbir zaman inanmadılar. 1980’den sonra sosyalist hareketimiz, yalnızca siyasal sorunları ve bu konudaki “arılığını” dert etmiştir. Etik ve estetikte ise bulanık bile değil, cıvık bir sermaye çamuruna bulanmıştır.
Buradan çıkan acı soru şudur: Ahlak ve estetikte, yani yaşamda sermaye çamuruna bulandıysanız, siyasette arı ve duru kalabilir misiniz?
Sol’cuların estetik körlüğü
Can Soyer’in ve benim de içinde yer aldığımız gelenekle devam edebiliriz. STP, SİP, TKP ve bugün ayrışmış olan, Soyer’in deyişiyle siyasal açıdan en “arısıyla” tartışmayı somutlamak istiyorum. İnsancıl dergisinin genel yayın yönetmeni Cengiz Gündoğdu, bu geleneği başlatan partinin, 1992’de STP’nin kurucularından olmuştur. Bu gelenek kültür ve sanata özel bir ağırlık vermiştir, Nâzım Hikmet Kültür Merkezleri açmıştır. Nâzım Hikmet Akademisi kurmuştur; bu akademide ders verecek hocalar seçilirken Cengiz Gündoğdu akla gelmemiştir. Seksenlerde “Yapısalcılığı” erdemli bir yöntem diye ülkeye taşıyan Tahsin Yücel veya şiirimizin bayağılaşmasının militan dergilerinden Sombahar’ın yayıncısı Orhan Kahyaoğlu’nun hoca olduğu bir akademide, yıllarca bunlara karşı eleştirel mücadele veren Cengiz Gündoğdu’nun olmaması mantıklıdır ama sosyalist bir etik ve estetik içerdiği kuşkuludur.
TKP çevresi 2012’de günlük Sol gazetesini çıkarmıştır. Yazılarını kendinin bile okuduğu şüpheli bir yazarı, Şükran Yiğit’i köşe yazarı yapmayı düşünen Sol’cular, STP kurucusu ve sermaye estetiğine karşı yıllarca İnsancıl’da ödünsüz bir savaş yürüten Cengiz Gündoğdu’yu hiç düşünmemişlerdir. Sistemin kilit yayınevlerinden Can Yayınlarının bir editörünü, Faruk Duman’ı gazetenin kitap ekine sürekli yazar yaparken, haklarını yemeyelim, Cengiz Gündoğdu’nun bir kitabını tanıtmayı ihmal etmediler; altbaşlığı Roman Öykü Nasıl Yazılır, Nasıl Okunur? olan Estetik Kalkışma’yı “didaktik” bir kitap bulmuşlardı.
Gündoğdu “didaktik” bulunurken, İletişim yayınlarının İhsan Oktay’ı sayfalarca övüldü, küçük burjuva edebiyatının yıldızı Tezer Özlü, “prenses vs.” bayağı sloganlarla kapak yapıldı. Sermayenin, gençlerin ufkunu ve bilincini geriletmekte en etkili yazıcılarından biri, Tezer Özlü, arı ve duru komünistler eliyle yaygınlaştırılıyordu.
Küçük burjuvanın tuvalet aynası
Can Soyer dostumuzun burada bir etik ve estetik yaratıcılık bulamayacağından emin olmak isteriz.
Bugün sosyalist hareketin en zayıf yanı, ahlakta ve estetikte içinde bulunduğu çöküntüdür. Bayağı burjuva edebiyatının ve yazarlarının tahakkümü altında, yeni bir devrimci insanın oluşması ve örgütlü mücadeleye girişmesi neredeyse olanaksızdır. Orhan Kemal’i, değil de Oğuz Atay’ı ya da Tezer Özlü’yü okuyanlarla en fazla Gezi’ye çıkarsınız. Nâzım Hikmet ve Hasan Hüseyin ile değil de, Turgut Uyar ya da Ece Ayhan’la kendini anlatan sosyalistten daha ilerisini bekleyemezsiniz.
Ahlak ve estetik, küçük burjuvaların sivilce sorunlarının sergilendiği tuvalet aynalarına indirgenemez, Lenin’in Rus devriminin aynası dediği Tolstoy türünden büyük yaratıcıların, halkın bağrında yeşeren “gazap üzümlerini” teşhis ve teşrih ettiği savaş meydanlarıdır. İnsanlığın hürriyet savaşları ilkin sanat ve edebiyatın meydanlarında verilir. Bu meydanlarda kaybedenler, insan kanıyla yazılan tarihin karanlık geçitlerinde heba olurlar.