Çağdaş Nasrettin Hocamız Osman Bolulu da gitti

Yıkımın başlarında bizimkilere “kelaynak” demişlerdi, türü tükenmek üzere bir kuşa benzetilmiştik. Ya da çoktan yeryüzünün derin katmanları arasına gömülüp gitmiş “dinozorlar” idik. Türü tükenenlerin yerine arsızca çoğalanlar, çekirge sürüsü gibi beton şehirleri kaplayanlar karşısında kelaynaklık da dinozorluk da bizim olsun diyenlerimiz çıktı. Mina Urgan’ın dinozorluğu cepheden kabullenişiyle başlayan anıları onlarca baskı yaptı. Arsızca çoğalıp yeryüzünü, yaşamsal değerleri, şehirleri, köyleri tüketenlerle, gittikçe azalıp giderken insanlığı yaşatanlar arasındaki acımasız kavga devam ediyor.

Türümüzün en çalışkan, güzel örneklerini de birer birer ölümün evine yolcu ediyoruz.

Bu hafta yine insanlık için çalışmış birbirinden değerli ve güzel ustalarımızı gönderdik. Lukacs’ın Estetik’inin ve Alman dilinin onlarca güzel eserinin çevirmeni Ahmet Cemal’i, “İnsanlığın Solmaz Gülleri”nin yılmaz öğretmeni Osman Bolulu’yu, çevirmen Gertrude Durusoy’u aynı günlerde yitirdik.

Kendimi Ahmet Cemal ve Osman Bolulu ile tanışmış olmakla, ortak söyleşilerde buluşmanın anılarıyla avutuyorum.

Ahmet Cemal’i yıllar önce eleştirdim, son yıllarda aydınlanmacılığa, özellikle Köy Enstitülerine sahip çıkmasını, kültürümüze yaptığı katkıyı vurgulamasını önemsedim.

Osman Bolulu’nun eserleri üzerine çalışma şansım oldu. Felsefenin doğduğu topraklarda, Foça’da “Köy Enstitülerinden Doğan Edebiyat” çalıştayında onunla ilgili hazırladığım bildiriyi sundum. Osman Bolulu’yu incelerken, Köy Enstitüleri’nin edebiyatımıza ve kültürümüze kazandırdığı zenginliği daha derinlemesine kavradım.

Osman Bolulu’nun denemeciliği ve yaşama katılan mizahı üstüne incelememi yayınlayarak büyük kaybımızın bize bıraktığı zengin mirasa dikkatinizi çekmek istiyorum.

Kayıplarımızı sevgiyle anıyorum.

Kafayla beslenen yürekler

Köy Enstitülü öğretmenler, düşünen, üreten, haklarını almak için eyleme geçen insanı yalnızca okulda yetiştirmekle kalmadılar. Mahmut Makal’ın bir deprem etkisi yaratan “Bizim Köy”ü ile başlayarak edebiyata girdiler ve kitaplarıyla okuryazar kitlenin öğretmenliğini de üstlendiler. 1950’lerde ilk ürünlerini veren bu edebiyat köy gerçeğinden başlayarak ve bütün bölgeleriyle Türkiye insanının bilinmeyenlerini ortaya çıkardı. Köy Enstitülerinin kurucusu Hasan Âli Yücel’in deyişiyle, “edebiyata kendi giren köylü”ler, edebiyatın birkaç büyük şehirle sınırlı coğrafyasını da genişletiyor, ülkenin değişik bölgelerinin, köy ve kasabalarının sesini duyuruyorlardı. En çok etkilendikleri yazarlardan birinin, Sabahattin Ali’nin “Ses” öyküsünde, yadırgı bir çevrede, konservatuar sınavında bir türlü kendi sesini bulamayan köylünün yenik öyküsünü yeniden yazmaya girişiyorlardı da denebilir. Bu kez birbirinin sesinden güç alarak, giderek korolaşarak yoksul insanın sesini edebiyatta yükseltiyorlardı.

Köy Enstitülü öğretmenlerin içinden çok sayıda yazar yetişmesi, bunların bir bölümünün ülke edebiyatını belirleyecek bir düzeye ve üretkenliğe erişmesi neye bağlanabilir? Osman Bolulu şunları yazıyor:

Köy enstitüleri, salt iş eğitimine dayanmış olsaydı, yalnız iyi birer meslek erbabı yetiştirmekle kalırdı. Özgür kişilik modelinin birer yanı, eksik düşerdi. Kafayla beslenmeyen, yürekten devinim gücü almayan bir savaşımcılık sürebilir mi? İnançları temellenmemiş, bilimsel gerçeklere oturmamış, yüreğinde insan sevgisi çiçek açmamış olanların savaşımı, nereye kadardır? Köy enstitüsü öğrencisini kafasından ve yüreğinden de beslemek için, her öğrenciye, yılda en az 20 seçkin yapıtı okuma zorunluluğu getirmişti. Hasan Âli Yücel tarafından Türkçeye çevirtilen dünya klasikleri, yerli yabancı diğer özgün yapıtlar okunur, tartışılırdı. Hattâ dönemin resmi görüşüne aykırı düşen kitap ve dergiler girerdi köy enstitülerine. Orta üçüncü sınıf öğrencisiyken, 1945 yılında 367 kitap okuduğumu anımsıyorum.”1 On beş yaşında bir çocuk için müthiş bir sayı, ya da yalnızca o yaşta bir çocuk için mümkün, her güne bir kitap düşüyor. Üstelik okunan kitap tartışılıyor. Notlar alınıyor.

Osman Bolulu, anılarında, kitap alabilmek için savaş yıllarının kıtlığında ekmeğini 35 kuruştan sattığını ve her üç günde bir biriken 100 kuruşla bir kitap aldığını yazıyor. Kalan 5 kuruşu ise harçlık yapıyor. Bir yandan elleri çalıştıran iş, üretim içinde yoğrulurken, kafayı ve yüreği geliştiren kitaplar okunuyor. Duvar gazeteleri, her hafta düzenlenen eğlence ve temsiller ilk yazarlık denemelerini sağlıyor. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün çıkardığı dergide yayımlatmak geliştirici bir yarışa sokuyor yazma heveslisi öğrencileri.

Osman Bolulu’nun Deneme Yazarlığı

Osman Bolulu, edebiyata şiirle başlıyor. Öyküler de yazıyor. Asıl ustalık eserlerini denemede veriyor. Kendini bir yazar olarak değerlendirirken en çok denemeci oluşuna vurgu yapıyor. Şairlik çalışmalarından edindiği sözcük ekonomisini denemelerinin kısa, vurucu, eksiltili anlatımında uyguluyor.

Osman Bolulu’nun kitaplarından birinin adı, “Dil, Düşünüş Evirtimi”, denemelerinin temel yönelimini ortaya koyuyor. Dil ile düşünüşün birbiriyle bu denli bütünleştiği, dönüşüme uğratıldığı, dans ettirildiği başka bir yazar bilmiyorum. “Evirtim” kavramı Osman Bolulu’nun dil ile düşünceyi bu eşsiz buluşturmasını anlatıyor. Evirip çevirmek ikilemesini çağrıştıran “evirtim”de dil ile düşünüş birbirinin yerini alıyor, düşüncenin içeriği ile taşıyıcısının, dilin eytişimsel dansına katılıyoruz.

Osman Bolulu’nun dili, kendine özgü bir dil. Alabildiğine öztürkçe bir dil olmakla birlikte, bu dilin halk ağzından kaynaklanan sağlam kökleri her tümcede duyumsanıyor. Soyut düşüncenin hep insanla, somut yaşamla iç içe sunulduğu bu denemeler kendine özgü dil ve anlatımın titiz bir örgüsüne dayanıyor. Bir denemesinde aralarında akrabalık kurduğu şiir ile öykünün, Osman Bolulu denemesine oldukça sindiğini söyleyebiliriz. Deneme kimi yerlerde bu iki türle buluşuyor. Öğretmenlik anılarını içeren “İnsanlığın Solmaz Gülleri”nin kimi parçaları dört başı mamur birer öykü.

Osman Bolulu, denemelerinde araştıran, tartışan, sorgulayan düşünce edimine, özgün ve halk söyleyişine dayalı bir dille edebi haz yaratarak okuru ortak ediyor. Bolulu’ya göre, dil ve anlatımın yenilenmesi düşüncenin gelişmesinin de koşuludur. Bunu kalıpları eleştirirken şöyle temellendiriyor:

İçinde bulunduğumuz açmaza bakalım: Aynı sözcük kadrosuyla, aynı söylem kalıplarıyla konuşuyor, yazıyoruz. Bellenmiş yaşam kalıplarını çatlatmaya koşulmuyoruz. O nedenle sözcük kadromuz genişleyemiyor. Düşünce boyutlanamıyor, değişik söylem biçimleri yaratamıyoruz. Siyasal örgütlerimizin, sivil toplum katının tutum ve edimi, çoğuncası birbirinden ödünçleme ya da benzeği.”2 Burada düşünce-dil ilişkisinde gördüğümüz diyalektik, Osman Bolulu’nun yaşama bakışındaki temel yöntemi. Kimi yerde bu kavramı “eytişimsel” olarak buluyoruz; onun, evreni, toplum ve insanı çözümlerken başvurduğu yöntemdir. Düşünceyi belirlerken, sorunsallaştırırken hep yaşamla ilişkisi kurulur ve ancak yaşama dönük bir etkisi varsa, düşünce değeri kazanır.

Köy Enstitülerinin temel eğitim yöntemi, kafa ile elin buluştuğu bu diyalektik, bütün öğrencilerinin de yaşama yöntemi olmuştur.

Osman Bolulu’nun Anılarından Geçen “Yaşam Yolu”

Osman Bolulu’nun öğretmenlik anılarında beni heyecanlandıran yanlardan biri de, Makarenko’nun “Yaşam Yolu” ile benzerlikleridir. Burada, bir sürekli topluluğun gelişim romanı değil, bir öğretmenin nereye giderse gitsin, her yerde çocuğa, insana, topluma sevgiyle ve diyalektik bir bilinçle yaklaşımı vardır. Bu yaklaşım, kitabın okul sahnelerini birbirine bağlar, Makarenko benzeri bir öğretmenin, bin bir zorluk içinde ilkelerinden ödün vermeden, işini en iyi biçimde yapmasının güvencesini oluşturur. “İnsanlığın Solmaz Gülleri”, doğayı da aşarak “solmayan” gülleriyle, insanın düşünsel ve duygusal boyutunu, emek ve eğitimle yaratılan güzelliğini gösterir. Osman Bolulu, öğrencileri nasıl eğitip dönüştürdüğünü, zaman içindeki sonuçlarıyla anlatır. Bu kitapta, öğretmenlik mesleğinin araştırıcı ve eleştirel bir gözle temel bazı nitelikleri ortaya çıkarılır. “İnsanlığın Solmaz Gülleri”ne, Bolulu’nun, uzun bir deneyimle süzülmüş, öğretmenlik üzerine tezleri de diyebiliriz.

Öğretmenlik sürekli bir iştir, emekliliği yoktur. Öğretmenliği bir kez özümseyen, öğretmen olarak ölür.”3 Osman Bolulu, bir dil sürçmesiyle yazdığı “ölür”ü hemen “kalır”la değiştiriyor. Öğretmen ölmez, emekli olmaz, hep öğretmen olarak kalır. Bilgisini, duyarlılığını, toplumsal erdemlerini aktardığı öğrencisinde yaşar. İnsanlığın en önemli mesleğidir öğretmenlik. Ne yazık ki, kapitalizmin “işkulu” yapmak istediği insan için nitelikli öğretmene değil, “kasetçalar” benzeri, bilgi ezberleten öğretmenlere ihtiyacı vardır. Köy Enstitülerinin yıkımından başlayarak, öğretmen yetiştirme düzeni, “kasetçalar” öğretmene doğru olmuştur. Sonunda eğitimin bütünü, ezberci ve “şıkçı”, testçi bir eğitim haline getirilmiştir. İmam hatipler, bu düzenin ideal eğitim sistemi olmuştur.

Osman Bolulu’nun eğitim nedir sorusu, yanıtını da içinde taşır: “Eğitimin öğretimin işi, bilgileri ezberletmek mi olmalı? Yoksa her şeyin olurunu, olmazını aklın terazisinde tartarak düşünebilen insanı yetiştirmek mi? Aynı zamanda kişiye, karşısındakini de insan saymayı kavratmak mı?”4

İnsani bir toplum, bütünleşmiş bir ulus olmanın tabanında insanca bir eğitimin yaratıcılığı vardır. Şöyle diyor Bolulu: “İnsana, kendisini ve dünyasını tanıtarak, insan gibi eğitirseniz yurdunu da sever, barışı da bilir, evrensel insanlık değerlerini de kavrar. İşte bunun içindir eğitim.”5

İşte bunun içindir ki, bir öğretmen, Osman Bolulu eğitilmiş insanın dağları yassıltacağı günlerin şiirini yazar:

Gök gözlü çiçeğe vurmuş dağlar

Dibinde ezinçlerim koyaklar

Acılarımla geçmişim sizi

Benden aldınız iri gövdenizi

 

Yüreğimde kulaç atan

O güneş bakışlı çocuklar

Yassıltacak sizi, hey koca dağlar

Böbürlenmeyin, o kadar.6

Geleceğin insani Türkiye’sinde, Osman Bolulu’nun öğretmenlik anıları ve tezleri, “İnsanlığın Solmaz Gülleri”, eğitim fakültelerinde ders kitabı olarak okutulacaktır.

Dilin, Edebiyatın Değer Ölçütü Yaşama Katkısıdır

Osman Bolulu’nun yazı dilinde, çok özenli, halk söz dağarının taze, aşınmamış sözcükleriyle örülü özgün bir nitelik bulunduğunu vurgulamıştım. Bunu daha da güçlendiren, köylünün üretim sürecinden ödünç alınmış eylem sözcüklerinin, insanın iç dünyasını, eleştirel bilincini, toplumsal etkinliğini irdelerken benzetmelerde kullanılmasıdır. Halkla bu bütünleşmenin verimli bir senteze dönüşmesini sağlayan şey, Osman Bolulu’nun Köy Enstitüsünde eğitim alırken insanlık kültürünün yapıtlarını alabildiğine okuması ve özümsemesinin birikimini de içermesidir. İnsanlığın en yereli diyebileceğimiz köye özgü izlenimi veren bir dille düşünüp yazarken, insanlığın en evrenselinin bilgi ve birikimini, yöntemsel aşamalarını kavramanın güveni ve genişliğini sergileyebilmesidir.

Osman Bolulu, ulusal ile evrensel arasında birbirini dışlamayan, birbirine dönüşebilen bir ilişki kurar. Bu iki özellik ne kadar iyi özümsenirse aralarındaki ilişki ve bütünleşme de o kadar dengeli olacaktır. İş eğitimi içinde kafa ve yüreğin zenginliğini hayatı dönüştürme sürecinde somutladığı gibi, ulusal ile evrensellik arasındaki ilişki de dengesini hayata katkısına göre bulacaktır. Öteki Köy Enstitülü yazarlarda olduğu gibi, düşünce ve edebiyatın hayata etkisi temel ölçüttür. Kavram gerçekçileri, kavramların mantık labirentlerinde izinin aranması, onların dünyasında bir değer taşımaz. Ayinesi iştir kişinin özdeyişini, yazdıkları için de ölçüt alırlar.

Osman Bolulu Çağdaş Bir Nasrettin Hoca’dır

Osman Bolulu yalnızca kitap üzerinde bir yazar değil, yaşamının da bir yazarıdır. Yaşamının yazarıdır derken, anı yazarlığından söz etmiyorum. Osman Bolulu’nun, gerçeğe müdahale etmek için, düşünülmüş, tasarlanmış ve uygulanmış, ama bütünüyle bir derse, toplumsal jeste dönüşmüş, öykü, mesel olmuş eylemleri vardır.

Yazıyla değil, eylemle yaşama kendini yazmıştır. “İnsanlığın Solmaz Gülleri” öğretmenlik anılarından oluşur, bu anıların bazıları bu türdendir.

Bu anılarda sanki karşımızda çağdaş bir Nasrettin Hoca vardır. Bu özelliğiyle Osman Bolulu’ya çağdaş Nasrettin Hoca diyebileceğimizi düşünüyorum.

Osman Bolulu’nun “Kaymakam Beyin Yuları” başlığını verdiği şu olayı ele alalım. Daha 19 yaşında Taşova Yerkozlu köyünde öğretmen. Bir köylünün bir memurdan şikâyet dilekçesini yazıyor. Buna çok kızan kaymakam, “Öğretmen mi, avukat mı o eşşekoğlu eşşek, her taşın altından çıkıyor” demiş. Bunu duyan Osman Bolulu kasabanın pazarına gidiyor: “pazardan birisi büyük, öteki küçük iki yular alıp kaymakamın karşısına vardım:

-Ben devletin öğretmeniyim, siz de bu ilçede devletin en büyük yetkilisisiniz.

-Buyur hoca, otur.

Oturmuyorum. Gösterişli biçimde, elimde tuttuğum yulara bakıyor.

-Siz bana eşşekoğlu eşek, demişsiniz.

-Derim elbet, üstüne vazife olmayan işlere karışıyorsun!

-Devletin öğretmeni eşek olursa, onun başındaki kaymakam ne olur? Bu yularların büyüğünü sizin için, küçüğünü de kendim için aldım.

Orada Jandarma komutanı, savcı ve hükümet tabibi var. Doktora:

-Doktor bey hemen bir rapor düzenleyin, bu zıpırı tımarhaneye gönderelim.

-Siz, inceleme, soruşturma yaptırdınız mı benim için? Bu, bir. İkincisi: Tımarhane işi, tek tabip raporuyla olmaz. Tam teşekküllü hastane raporu gerekir. Doktor beyden yapamayacağı bir iş istiyorsunuz. Üçüncüsü: Benim, bu noktada duracağımı sanmayın! Diyelim ki kavgaya tutuştuk, sizi dövdüm. Hapse atılır, cezamı çeker çıkarım. 17 kilometre ötedeki köyümde çiftçilik yaparım. Siz vali olabilir misiniz?”7

Tasarlanmış, altyapısı hazırlanmış ve icra edilmiş bir Nasrettin Hoca hikâyesi. Yalnız, olayın gerginliğinden, çatışmanın sertliğinden pek gülemiyoruz. Çünkü o kaymakam, o milli eğitim müdürü hâlâ bir tehdit olarak tepemizde duruyor. Timur gibi, onun Nasrettin Hoca’ya kök söktüren filleri gibi bir gün yokolup gidecekler ve gelecek kuşaklar, eğer “Köy Enstitülülerden Biri”ni onlara ulaştırmayı başarırsak bu fıkraya gülmekten ölecekler.

Kendini Kayırmayan Eleştirellik

Bir de “ellinci aptal” var.

Osman Bolulu’nun öğretmenlikte bir yöntemi var; dersin bitiminde gelecek dersin konusunu veriyor ve öğrencilerin o konuya çalışarak gelmesini istiyor. Bir gün sınıfa giriyor, kara tahtada günün tarihi, dersin, öğretmenin adı, altında ise konu, karşısına “belli değil” yazılmış. Hoca bugüne kadar gelecek dersin konusunu vermeden sınıftan hiç çıkmış değil. Kesinlikle konuyu verdiğinden emin. Hiçbir şey söylemeden tahtaya şunu yazıyor: “Konu belli değil deme, konu belli / bu sınıfta aptalın sayısı elli”. Kürsüye çıkıp derse başlayacağı sıra bir kız çocuğu parmak kaldırıyor: “Öğretmenim bugün biz sınıfta 49 kişiyiz, ellincisi kim?” Osman Bolulu öğretmen yoklamayı genellikle göz kararı alır, o gün yanılmış. Gelmeyen öğrenci gözünden kaçmış. Soruyu soran öğrenciyi yanına çağırıyor. Not defterini uzatıyor, “Bul adını, sözlü notu olarak 10 numara at bakayım”, diyor. Sınıftan itiraz mırıltıları yükseliyor.

Osman Bolulu bunun üzerine, “Mırıldanmayın, kim ne diyecekse, kalksın söylesin. Belli ki ellinci aptal benim. Doğru söze hacı emminiz, bir şey demeyeceği gibi, Osman emminizin de bir şey söylemeye hakkı olamaz. O ağır kaçan sözümün yanıtını aldım, hak etmiştim. Görevim, size kitaplardaki konuları öğretmek değil sadece: Bildiğini dosdoğru söyleyen, hakkını koruyan insan olacaksınız. Yasaklarla dolu, korkuyla sınırlanmış yerde gerçeklerin geçerliği olamaz.”8

Bu, tam da bir Nasrettin Hoca öyküsüdür. Gerçek ve doğru uğruna kendini feda etmekten çekinmeyen kararlı bir tavır. Osman Bolulu, gözünü kırpmadan “ellinci aptal” olmayı üstlenir.

Bir İşi de Ağaç Dikmek Olan Öğretmen

Bazen de ne kadar kaçsan hikâye gelip seni bulur. Köy Enstitülü Nasrettin Hoca, göle maya çalmaya değil de, Yeşilırmak’ın bir avuç toprağını da sürükleyip Karadeniz’e götürdüğü Taşova’nın ırmak boyuna ağaç dikme derdinde. Çarşamba öğleden sonraları öğrencilerini toplayıp ırmak boyuna ağaç dikmeye götürüyor. O gün de milli eğitim müdürünün geleceği tutuyor. Okulda yoklar. Gelip onları ağaç dikerken buluyor, sorgu sual başlıyor:

-Okulu bırakıp ağaç dikmek senin işin mi?

-Çarşamba öğle sonu sosyal etkinliklere ayrılmış. Oturduğumuz çevreyi korumak için ağaç dikmeye gitmek de bir sosyal etkinlik.

-Senin gibi bir ormancı öğretmene Reşadiye’de de rastlamıştım.

-O ormancı da bendim beyefendi.

Tartışma sürüyor:

-Öğretmen kadrosu yeterli değil. İlkokuldan ek derse gelecekleri küstürmüşsün. Haftada 18 saat ders yapman gerekirken, 32 saat derse giriyorsun. Enayi misin sen arkadaş?

-Bir enayi varsa, o ben değilim.”9

Osman Bolulu’nun, bir de, ilerlemiş yaşında askerde yedek subaylık yaparken bölüğündeki askerleri cezalandırma hikâyesi var. Bir suç işlenmiş, suçlu ortaya çıkmayınca bütün bölüğe tam teçhizatlı ağır bir yürüyüş cezası vermek zorunda kalıyor. Ne var ki, bir süre sonra suçlu bulunmuş ve Bolulu’nun ceza verdiği bölükten olmadığı anlaşılmış. Çağdaş Nasrettin Hoca, yüklenmiş teçhizatı, bölüğünün önünde verdiği haksız cezasının aynını kendine de uygulamış. Öğretmen her yerde öğretmendir ve bölüğündeki askerler, hiçbir yerde alamayacakları bir adalet dersini, 30 yaşında, uzun yürüyüşte ter içinde kalmış, nefese nefese Osman Bolulu öğretmenlerinden almışlar.

Bir ömür, hayatın sımsıkı kavrandığı, dimdik bir yürüyüşle hikâyeden hikâyeye ulanıp gidiyor. Celal İlhan, Osman Bolulu için “omurgası çelikten” demişti. Ama bu başka bir çelik, insanlık kültürü, insan sevgisi, güzel gelecek umudu, aşkla yoğrulmuş bir omurga. Kafası ve yüreği bunlarla yunmuş arınmış bir insanlık özlemiyle yüklü.

1 Osman Bolulu, Antilaikliğin Önlenmeyen Yükselişi, s.40 Prospero Yayınları, 1994, Ankara

2 Osman Bolulu, Dil, Düşünüş Evirtimi, s. 52, İsim Yayınları, 2012, Ankara

3 Osman Bolulu, İnsanlığın Solmaz Gülleri, s. 136, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara

4 A.g.e., s. 127

5 A.g.e., s. 144

6 A.g.e., 163

7 Osman Bolulu, Köy Enstitülülerden Biri, s.125, Kanguru Yayınları, 2011, Ankara

8Osman Bolulu, İnsanlığın Solmaz Gülleri, s. 40, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara

9 Osman Bolulu, Bir Gülün Aydınlığında, s.106-107, Kanguru Yayınları, 2011, Ankara