Büyüklere fabllar: Aksolotl bakışlı yabancılaşma

Öyle donakalıyorum.

Öyle bakakalıyorum.

Öyle kalakalıyorum.

Kalıyorum.

Şu dünyada tek bir ülke tanıyorum. Suyun ülkesini. Denizi.

Denizciyim. Dalıyorum.

Yine bir filmdeyiz, yine Alain Tanner’layız, yine Lizbon’dayız, yine güzeliz arkadaşım. (*)

Bu kez 1983 yılındayız, “Beyaz Şehirde”. Malum, Türkiye’deki tüm şehirler fena halde karartılmış durumda o günlerde, o senelerde.

Her neyse, Lizbon’da ve deniz kıyısındayız yine. Gemici ve aşkları ve kamerası ve şehrin şu ünlü merdivenleri hep bir arada.

Bunlar yetmiyorsa, sürekli geri giden bir saat de var gemicinin kaldığı otelin resepsiyonunda. İzolasyon, yalnızlık, kırgınlık, yorgunluk, bunların üst üste binmesiyle benliğe çullanan bir ümitsizlik ve inadına devam eden bir özgürlük arayışı falan filan… biliyorsunuz zaten her yerde.

İyi, tamam, güzel de; bu minvalde dönüp duran öyküler esaslı da olmalı bir şekilde… O kadar çok var ki bunlardan, itine dök…

Başta biraz uzak geliyor o yüzden, “Hep aynı işte” dedirtiyor, yabancılaşma, uzaklaşma, hayatın dışında kalma, izolasyon, atomizasyon, melankoli, nihilizm, şu, bu... ama sonra yine yakalıyor Tanner amca. “Yabanda yeni bir aşk” yaşanınca, bu aşk benliğimizi sarınca, düşüncelerimiz ve davranışlarımız aşkın yörüngesine girip mantığın dışına çıkmaya başlayınca... şu malum yabancılığınızın, ona buna sürekli yabancılaşmanızın yanında, yakalanıyorsunuz mutlaka! Uça kaça oraya buraya konan deli gönülle birlikte, boşvermişliğin, serseriliğin, serkeşliğin, düşünürgezerliğin albenisi sürüklüyor bir şekilde insanı yeni yerlere.

Tam da böyle şeylere meyilli değil midir aslında doğası? Çalışmanın yorucu ve boğucu dünyasından kaçmaya; ara bölgelerde hep geçiş halinde yaşamaya; yaşananların içinde olsa da uzaktan bakmaya… Bazen oyalanmak için bilardoya, futbola, farklı oyunlara batıp çıksa da, bazen efkar dağıtmak için kahvehanelere, meyhanelere, batakhanelere takılsa da – belki de bunlar sayesinde – yoğun ve “entelektüel” bir sıkıntı çekip durur aramızda! (Ne o, Zeki Demirkubuz mu geldi bir de aklınıza?)

Tutar, “dürüst olmaya çalışan yalancılarız” der en sonunda. Büyük genellemelerden, tepelerden aşağılara iner, cinsel arayışları, tatminsizlikleri, arzuları, açlıkları, haylazlıkları vardır zira; “Vajinayla anüs arası üç parmak, üç parmak şarap içeriz” der, ağız dolusu güler, hüngür hüngür ağlar, böyle olgular/keşifler/göstergeler peşinde eğlenip, sıkılır gider. Beyaz bir şehirde kaybolup durur bunları yaparken sürekli. Harabat ehli. Soyulur, belasını arar, bulur, ölümden döner. Sonuna kadar, alkolün dibine batıncaya, ölümün nefesini koklayıncaya kadar yıpratır hep kendini. Gider, devasa bir akvaryuma bakar sonra. Devasa bir akvaryumun camındaki ufacık bir noktaya.

Bakakalırsınız siz de. Bakın tabii. Malum, Aksolotl’uz hepimiz, öyle değil mi?

Öyle değil mi, söylesene ey vikipedi: “Aksolotl (Ambystoma mexicanum); kaplan semenderi grubuna ait Meksika köstebek semenderlerinin en tanınmışlarındandır. Su semenderi. Bu türün larvaları metamorfoz geçiremezler, bu sebepten yetişkinleri suda yaşar ve solungaçları vardır. Bu türün çıkış yeri Mexico City yakınlarındaki bir göldür. Aksolotllar vücutlarının çeşitli parçalarını ve uzuvlarını yeniden üretebilme yeteneğine sahip olduğundan, kolay üretildiğinden ve embriyolarının büyük oluşundan dolayı bilimsel araştırmalarda yaygın olarak kullanılır. Pek çok ülkede ise ev hayvanı olarak yetiştirilmektedir.”

Öyle değil mi, yazsana ey büyük Cortazar: “It was their quietness that made me lean toward them fascinated the first time I saw the axolotls. Obscurely I seemed to understand their secret will, to abolish space and time with an indifferent immobility.” (**)

İlk gördüğünde hemen sessizliklerine, hareketsizliklerine kapılıp büyülendin, bakakaldın demek öyle. Belli belirsiz bir şekilde, o gizli iradelerini kavramaya, o kayıtsız hareketsiz halleriyle zamanı ve mekanı nasıl ortadan kaldırdıklarını anlamaya çalıştın demek. Başarabildin mi bari?

Aksolotl’lara yakından bakmak için bir Alain Tanner filmi, bir Julio Cortazar öyküsü ve bir vikipedi maddesi yeterli mi peki? Kendiniz bakmaya, kendinize bakmaya ne dersiniz şimdi?

Öylece bakakalmaya... donakalmaya... kalmaya... kayıtsız bir sessizlikle zamanı ve mekanı devre dışı bırakmaya...

Gel, aksolotl arkadaşım, tanışalım... Cortazar gibi karşılıklı bakışalım...

Hep dışarıdakilere, olup bitenlere, gözlere ve sözlere kilitlenen kuyruklu kurbağalardan değil misiniz siz de?

Zamanla tüm yaralarını iyileştirebilen, kopan parçaları ne yapıp edip yerine koyabilen, kendini yeniden ve yeniden sağaltıp dünyaya kayıtsızca bakabilen arada derede birer yaşam formu. İlkel bir gözlemci. Ve hep yalnız.

Eve dönmeden önce telgraf mı çekmek istersiniz? “Sevdiğim tek ülke deniz benim. Stop. Kadınların vücudu çok geniş. Stop. Hatırlama ve unutma aynı kaynaktan gelir. Stop. Kadınlar çok güzeller. Stop. Geliyorum. Stop.”

Ah şu bizim araya sıkıştırdığımız sözlerimiz, kayıtsızlık, boşvermişlik hallerimiz.

Ah şu bizim içimizde debelenip duran, dışarı çıkmaya pek az fırsat bulabilen serseri hallerimiz.

Ah şu serseri serseri gezip dolaşmaya özenmelerimiz.

Yolda boş teneke kutulara, pet şişelere, çakıl taşlarına, at kestanelerine, ona buna vurma, hazır vurmuşken de esaslı bir şut çekme heveslerimiz.

Hamlamış bir beden, antremansız ayaklar ve ıska... ağrıyan bellerimiz.

Ellerimiz cebimizde, ıslığımız iki dudağımız arasında, egiztansiyalist bir romandan, yeni dalga(cı) bir filmden çıkma hallerimiz.

Ne güzeliz. Ne yalnız. Ne delişmen. Hepimiz gezgin olup düşüncelere, sokağa ve denize dalabilmeliyiz.

Öyle ya, ilk fırsatını bulduğumuzda rutin işlerimizin pespayeliğinden nasıl da kaçmak isteriz.

Öyle ama bir türlü bütünüyle ve gerçekten uzaklaşmayı beceremeyiz. Ama bir gün, ama bir gün, ama bir gün... bak görürsün... nerede o gün, bir ele geçirebilsek, yapacağımızı biliriz.

Dinle aksolotl kardeşim, sana öyle bakıp durdukça işte, aklımızdan böyle şeyler geçirip dururuz biz de. Ah bir aksolotl gibi bilge ve durgun ve hayatın dışında olabilsek. Ah formlar arasında kalabilsek. Ara bölgelerde dolaşabilsek. Hep bir geçiş ve dönüşüm halinde yaşayabilsek. Ah zamanın dışında. Kalakalsak. Başka ne isteriz?..

Yılgınlığa, kaçgınlığa mı sürüklüyorsun yoksa sen bizi aksolotl kardeşim? Kaçgınlar, kırgınlık diye yutturmaya çalışırlar ruh hallerini bilirsin!

Kırmadan dökmeden, kaçmadan göçmeden mücadeleci olmayı da biliriz biz. Lakin sorun mücadeleci olmakta değil, mücadeleyi gerçekten tüm bir hayatına yayabilmekte, tüm bir hayatını mücadele haline getirebilmekte.

Sadece makine dairesinin işlerinden ve gürültüsünden bir süreliğine kaçmakta değil mesele, düzenin seni yerleştirdiği bütüüüün kutucuklardan topyekun kurtulabilmekte.

Öyle ama... tarihsel eyleme (praksise) bir türlü geçememekte, birbirimizi yemekteyiz. İki ileri, bir geri, afili firarileriz.

İyi bak bana aksolotl kardeşim. Bak işte. Bakmayıp da ne edecen zaten. Aynı pencerede, camekanda, akvaryumda, aynada... mecburuz buna, gözümüzü hep birbirimize dikeriz…

---

(*) 80’lerin ortasından 90’ların ortasına, “talebe heyecanı”yla sinema festivallerinde yoğun şekilde film izlediğimiz dönemde, “eski ustalar”ın yanında, her yıl yeni filmleriyle festivale katılan iki yönetmenin ayrı bir yeri vardı. Biri İsviçreli Alain Tanner, diğeri Fransız Eric Rohmer. İki yönetmen de basit, sade ama etkili öykü anlatan tarzlarıyla, karakterlerinin duygusal gelgitlerini yansıtan diyaloglarının gücüyle (bilhassa Rohmer’de diyaloglar ifrada varsa da) dikkat çekiyorlardı. Şimdilerde Belçikalı Jean Pierre ve Luc Dardanne’ın benzer bir yeri olduğu söylenebilir belki. Her neyse, bu fablı ve aksolotlları “çağıran” Tanner filmi de, o dönemlerden, “Beyaz Şehirde / Dans la ville blanche / In the White City” oldu… Youtube’da bir ara İngilizce altyazılı versiyonu da vardı ama şu anda sadece Fransızca orijinali izlenebiliyor gibi: http://www.youtube.com/watch?v=Rak-qt3Fkt8

(**) http://southerncrossreview.org/73/axolotl.html