Büyük hesaplaşmaya doğru

İçinde olmak kimi zaman anlamayı zorlaştırır, biraz uzaktan-dışarıdan bakmaya çalışmak daha bütünlüklü görmek açısından ek olanaklar sunabiliyor.

Örneğin, Türkiye’ye dışarıdan bakan birisi henüz 6 ay önce genel seçimlerin yapıldığına ve iktidar olma hakkını kazanan partinin %49,5 oy almış olduğu bilgisine şüpheyle bakar, çünkü memlekette o düzeyde güçlü bir iktidar görünmüyor.

Cuma günü Meclis’de önemli bir oylama olacak. “Evet” oyları, 330 altında kalırsa teklif yasallaşmayacak (bunun iktidar partisinin Pazar günü yapılacak kongresine nasıl yansıyacağı ayrı bir tartışma); eğer 330 ile 367 aralığında evet oyu çıkarsa yaz aylarında bir referandum gündemimiz olacak, son olarak 367 üstünde evet çıktığında teklif geçmiş olacak ve daha 6 ay önce seçilmiş parlamentodan çok sayıda HDP’li milletvekilinin cezaevine girmesi ihtimali doğacak. (Bunun ortaya çıkarabileceği sonuçlar da apayrı bir tartışma)

Amacım uzun uzun bu oylama üzerine tartışmak değil[1] sadece bir örnek olarak ele almış olalım. Türkiye’de yarın ne olacağına dair söylenecek hemen her sözün boşa çıkma olasılığı olması, başkaları için ne anlam ifade eder tam bilmiyorum ama devrimciler için önemli bir şanstır.

Tepedeki itiş-kakış

Devrimci siyaset her şeyden önce düzen siyaseti tarafından dışlanan emekçi halkın örgütlenmesine, örgütlü olarak siyasal tutumunu ortaya koymasına odaklanmak durumundadır. Ancak bunun her durumda önümüzdeki en önemli görev olması, her durumda kitlesel ölçeklerde mümkün olabileceği anlamına gelmiyor.

Örneğin düzen siyasetinin merkezine yerleşmiş güçlerin, belli bir güven yaratabildiği, yakın gelecek açısından umut verebildiği veya tersten kitleleri korkuttuğu dönemlerde tüm çabanıza rağmen belli bir eşiği aşma şansı bulamayabilirsiniz.

Tüm bunları yazmamızın esas nedeni şu, düzen içi aktörlerin, tepedeki tepişmelerin umutla izlenmesi başka bir şeydir, ortaya çıkan sıkıntıyı, çatlamayı, yarılmayı emekçi sınıfların siyasete müdahalesi için olanakların büyümesi olarak görüp değerlendirmeye çalışmak başka…

Birincisi ne kadar boş bir beklentiyse, bu sürecin ortaya çıkardığı olanakları, sorumlulukları görmemek de bir o kadar apolitizmdir.

Özetleyelim, bugün iktidar çevrelerinde ortaya çıkan sıkıntı, emekçi halkın etkin bir müdahalesi ile iktidar bloğu içinde çözülemeyecek kadar büyük bir soruna dönüşebilir. Bunu görmek, daha doğrusu bu olanaktan faydalanmak önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.

Aşağıda canlanma

Hesaplarını egemenler arasındaki çelişkiye göre yapan ve sadece oradaki gelişmelerde taraf olmayı politika sanan siyaset tarzı, örgüt tarzı bizden uzak olsun.

Odaklanılması gereken asıl yer ise “aşağısı”dır.

Haziran 2013’de zirve yapan emekçi halk hareketi, tarihteki benzeri her hareketin yaşadığı gibi dalgalı bir seyir izliyor. Sürecin bir diğer yükseliş momenti olarak görebileceğimiz 7 Haziran seçimleri ile birlikte devreye giren baskı-şiddet ve zorun, daha özel olarak 10 Ekim katliamı ve hemen ardından gelen 1 Kasım seçim sonuçlarının belirgin bir geri çekilişe neden olduğu çok açık. Her geçen gün yoğunlaşan savaşın, iktidar açısından bunu süreklileştirme, deyim yerindeyse halkın kafasını kaldırmasına izin vermeme aracı olarak kullanıldığını da ekleyelim.

Tüm bunlara rağmen görece kısa sayılabilecek bir zaman içinde, henüz süreklileşmiş bir hal almasa bile, bir biçimde yeni bir hareketlenmenin başladığını da saptamak gerekiyor.

Savaşta kimi zaman sadece yenilmemek önemli bir kazanım olabilir. Geride kalan 8-10 aylık dönemde böyle olmuştur, AKP/Saray rejiminin ağır saldırılarına karşın Türkiye halkları yenilmemiştir.

Pek çok eksiğine rağmen bu yıl 1 Mayıs’ın en önemli sonucu budur. Özellikle yeniden gündeme gelen laiklik tartışmalarıyla, şu anda gündemde olan dokunulmazlık tartışmaları ve her geçen gün daha fazla gündemimize giren Anayasa-Başkanlık tartışmasına dair ortaya çıkan ilk veriler yeni bir canlanmanın işaretleri olarak okunabilir.

Öncüler en öne!

Türkiye solunun tüm güçlerinin önünde duran temel soru şudur, sıkıştırıldığımız sınırları kabul edecek miyiz yoksa sürecin gereklerine, üstlendiğimiz tarihsel sorumluluğa uygun bir cesaretle ileri atılacak mıyız?

Aslında bu soruya cevap verilmeden devrimci bir dönüşüm iddiasından bahsedebilmek olanaksızdır.

Türkiye içinden geçtiğimiz süreç itibariyle bir cehenneme dönüşmüş durumdayken, bu cehennemden, ancak ileriye sıçrayarak kurtulabilir. Devrimcilik, bunu görmek ve gereğini yerine getirmek için çaba harcamaktır.

Tüm bunların toplamında tarih yine aynı sorunu getirip önümüze koyuyor, öncülük!

AKP karşısında teslim olmamış milyonların öfkesini, enerjisini örgütlü bir biçimde iktidarın karşısına dikecek bir mücadelenin siyasal hattını, dilini, örgütlenme araçlarını geliştirecek bir öncülük pratiğinin sınanacağı yeni bir sınav dönemi başlıyor. “Gidecek-gitmeyecek” diye papatya falı analizleriyle, sadece seyretmekle yetinmek zorunda olmadığımızda anlaşabilirsek gerisi gelir…


[1] Sonucu ne olursa olsun parlamentoda bulunan ve kendisini ilerici olarak gören tüm milletvekilleri bu oylamada Hayır oyu vermelidir. Tek amacı Saray/AKP Rejimini güçlendirmek olan bu teklife hangi gerekceyle olursa olsun “evet” oyu vermek hem ülkemiz halklarının zaten fazlasıyla zayıflamış kardeşlik bağını koparmak ve hem diktatoryal rejimi güçlendiren bir sürece onay vermek dışında bir anlama gelmiyor.