Bu kriz buruk geçecek…

2007 yılında ABD'de başlayan ve 2008 yılında tüm dünyayı kasıp kavuran global kriz, Türkiye'nin sanayi üretimini ve büyümesini esas olarak 2009 yılında vurmuştu. Ocak 2015 sanayi üretimi, o zamandan beri ilk kez küçülmeyi işaret ediyor.

Son günlerin en önemli iktisadi konusu bildiğiniz Tayyip Erdoğan'ın Cumhuriyet Merkez Bankası ile şahsi kavgası. Hemen tüm tırmandırmalar kürsü konuşmalarından ve röportajlarından geldiği için şahsi bir kavga olduğunu söylemek daha doğru.

2001 krizi sonrasında bağımsız bir kimliği pekiştirilen Merkez Bankası, enflasyon hedefi doğrultusunda döviz kuruna ve faize müdahale edebiliyor. Bunu yaparken de kendini oldukça teknik bir pozisyona sınırladığı varsayılıyor. Sermaye hareketi serbestisi koşullarında kur hareketlerinin oynaklığını ve yönünü ölçerek, çeşitli piyasa araçlarıyla kısa vadeli faizlere müdahale ediyor.

Ama gelin görün ki ekonomiyi en çok ilgilendiren, gösterge tahvil faizi. En çok işlem gören 1,5 yıl civarı vadeli devlet tahvilinin piyasa faizi. Bu, yeterince uzun vadeli ve geri ödemesi tam garantili sayıldığı, yani risk primi taşımadığı için sermaye piyasasının “gösterge” faizi olarak kabul ediliyor - sermayenin alternatif maliyetinin en ciddi göstergesi. Yani "kardeşim zaten tahvile yatırsan yüzde dokuz kazanırsın" diyen bir sermayedar, hangi işe girip girmeyeceğine veya işini büyütüp büyütmeyeceğine buna göre karar vermekte. Adam para piyasası faiziyle cebelleşmekten, sermaye piyasası faizini yükseltiyor!

Peki Erdoğan'ın TCMB ile derdi ne? Birincisi mevcut koşullarda gerçekten bankanın icraatının değiştirilmesiyle ilgili bir derdi olsa, böyle bir müdahaleyi kürsüden yapmamayı tercih etmek için herhangi bir danışmanına sorması yeterli.

İkincisi gerçekten piyasa faizini düşürmek istese, danışmanları ona bunu ancak Türkiye'nin riskini azaltarak yapabileceğini zaten söylerler. Bu risk listesinin nasıl şekillendiği herkes tarafından kolayca çıkarılabilir, liste başında şöyle maddeler görürsünüz:

- Türkiye'nin kronik bir cari açık sorunu var, bu sorun ancak yapısal önlemlerle yani hem üretimi artırarak hem de ihracatta yüksek katma değerli malların (ileri teknoloji ürünü) payını artırarak mümkün olur

- Türkiye'nin bir birikim sorunu var, bu yüzden sermaye ithal ediyor, yatırımların finansmanı dış koşullara aşırı bağımlı.

vs., vs...

Peki bu faiz kavgası ne? Herhalde en düşük ihtimal, gerçekten faizleri düşürünce enflasyonun düşeceğine inandırılmış olması. Düşük diyorum, ihtimal yok demiyorum. Baş kılavuzu Yunanistan’ın ve Suriye’nin bugün başına gelenlerin, zamanında Osmanlı’ya başkaldırmaktan kaynaklandığını düşünen birinin her şeye inanma ihtimali var tabi.

Veya komploculara mı inanacağız? Yani Erdoğan'ın şahsına, yakınlarına, yönettiği para havuzuna, hatta bunlarla birlikte Ortadoğu para çevrelerine ait dövizleri ülkeye sokmak için doları yukarı çekmeye çalıştığına mı? Bunun doğru olup olmadığını tartışmanın bir sınırı var, ama doğru olma ihtimali olan bir ülkede yaşadığımız için utanç duyulabilir.

Diğer yandan kısa vadeli fonlama faizlerinin aşağı çekilmesinin burada tartışılabilecek bir başka işlevi var: Kısa vadeli fonlama, sermayesi zayıf olup iş hacmi büyük olan işlerin sürekli açıp kapatılan borçları için maliyet belirleyicidir. Yani en çok müteahhitler için.

Geçen yazdığım gibi Tayyip Erdoğan'ın gelecek birkaç mevsimdeki kaderi, müteahhitlerin ve bankaların kaderine çok bağımlıdır. Zaten elindeki mührü de uzunca bir zamandır esas olarak bu iki kesimden almaktadır. Bankaların taahhüt sektörüne normal koşullar altında verilmemesi gereken miktarda ve fiyatta kredi açtığını, bunu diğer işlerinin yürümesi adına Ankara'dan gelen telefonlarla zorlandığı, uzun dönemdir bilinmektedir. Bankaların kredi kartı, komisyon, vs. konularda çok sıkıştırılmasının nedeni, bu aşırı zorlanmış ve kırılgan kredilerin kısılmaması pazarlığıdır.

***

AKP'nin geldiği kavşakta iki önemli nokta var: Birincisi tepkinin niteliğini ve niceliğini kimse tahmin edemez. Ekonomik trendlerin aşağı döndüğü, döviz borçlularının yandığı, kredi borçlusunun durgunluktan kırılmaya başladığı bir dönemde, içlerinde büyük bir kesimini bugüne kadar ekonomik çıkar gerekçesiyle oy vermişlerin oluşturduğu AKP seçmeni sandığa gidecek, hatta bir bölümü gitmeyecek. Ödleri kopuyor. İktidarın kendi seçmenine "bana oy vermezseniz yanarsınız" mesajını vermek için her yolu deneyeceği iki aylık bir döneme giriyoruz. Sandıktan destek mesajı çıkarsa, "Yeni Türkiye" projeleri adına büyük bir zafer kazanmış sayılacak ve totaliter bir başkanlık rejimi için gaza basacaklar.

İkincisi AKP denen siyasi bünyenin tek lider sultası dışında ne özelliği varsa bunun bir "ekonomik çıkar ittifakı"na ait olmasıdır. AKP, sandıktan oy artırarak bile çıksa, bu temel özelliği hızla aşınacağı için çok sarsılacaktır. Dolayısıyla seçim sonrası AKP despotizmine karşı "savunmada" kalacak bir sol hareket, en büyük hatayı işler.

AKP'nin sandıkta ciddi bir kayıp yaşamaması durumunda bile, Türkiye için 2004-2013 dönemi büyüme rejiminin sürdürülemez olduğu gerçeği, kesinlikle değiştirilemez. Yatırım oranı düşük, nüfusu eğitimsiz, sermaye birikimi yetersiz, ekonomisi emlak-inşaat, turizm ve iki - üç vasat teknolojili sektörün ihracatına dayalı ekonomi, para muslukları kısılırken mevsimler boyu kavrulmaya devam edecek. Yani muhtemel bir sandık başarısı, artık sandık başarılarına muhtaç olmayacağı bir rejim yaratma itkisini de devreye sokacak. Bunun bir dış sıcak çatışma ortamıyla ve sıkıyönetimle karşılanması ihtimali bile var. Emekçi kitlelerin böyle bir süreci durdurmak için ne CHP'ye ne de HDP'ye güvenmeyecekleri, hep kerhen oy verdikleri ortada.

Haziran Hareketi açısından bu seçimin önemsizliğinden bahsetmiştim. En önemli neden zaten başkaldıranların, AKP'ye oy vermeyecek olması. Diğeri de Haziran’ın bir seçenek haline getirilememiş olması. Önemli olan, Türkiye'de seçmeni halkçı bir rejim kurabileceğine ikna eden bir birleşik siyasi parti yaratmak ve bu partinin AKP'ye oy veren emekçileri de ikna etmeye başlamasıdır. Sol hareketler açısından girmekte olduğumuz kriz dönemine Haziran sonrası iki yıldır hazırlanılıyor olma fırsatı tepilmiştir. Türkiye solunda öznel faktör olmasaydı bu başarılabilir miydi? Ben başarılabilirdi diye düşünüyorum. “Öznel faktör” konusunda anlatacak çok şey var. Seçim sonrasında anlatmaya başlamayı umuyorum.

[email protected]

www.twitter.com/ErgunCagl