Bu bir eleştiri yazısı değildir! 

Gazetecilik yanlış yapıldığında bir masumu öldürebilir, bir katili aklayabilir. Bu yüzden "yaşamak ciddi bir iştir" diyen Nazım'a atıfla, "gazetecilik ciddi bir iştir" ve ciddiyetini hakikate olan bağlılığından, onu nasıl taşıdığımızdan alır. O bağ bozulduğunda, kantarın ayarı da bozulur. 

Gazeteciliğin, hayat, insan ve gerçek ile olan bağını, kişisel tarihlerimize uygun bir zemine oturtup, kurduğumuz sözün ağırlığını taşıyacak şekilde bir duruş belirlersek, her şey daha acelesiz ve berrak olur belki de. 

Sezen Aksu'nun "Kimse kimseyi çözemez/ O kadar derine inemez/ Ya karşılaşırsa kendiyle/ O kazıyı göze alamaz" dizelerine atıfla, ne hakikatten kaçabiliriz, ne kendimizden. Bir çoğumuz o kazıyı göze alamadığımız için belki de yalpalıyor, yanlışa düşüyor veya yanlışları, tekrar ediyor. 

"Yüksek gönüllü" lütuflara sakladığımız "beyaz" maskelerimizi, cümlelerimizi ve kestiğimiz hükümlerimizi başkasına yüklemek kadar “kolay” bir şey yok. “Kolay” olmasından öte bir vicdan kırımıdır da bu aynı zamanda. Kötü olanı tercih etmek, o umursamaz, “çok da tın” ruh halinden bağımsız değildir. 

Eleştiri elbette bir derinlik işidir. 

Temelden yoksun, kendi duygularımızı merkeze koyan ve her şeye o merkezden bakan bir eleştiri, sadece kıyıcı olmaz, aynı zamanda kıyıcılığa ortak da eder. Çünkü ortaya bıraktığınız kılıcı alıp, sağa sola savurmaya hırslı "dost - düşman" çoktur ve o kılıçla, hedefe konulanı yok etmeye her zaman gönüllü olanlar elbette bunu kaçırmayacaktır. 

Bu nedenle, eleştiri bir temele oturuyorsa anlamlıdır, değilse bir ego tatmininden ve kişisel tatminlerin oyuncak haline getirildiği bir çocuk kaprisinden öteye gitmez.

Tuğçe Tatari’nin yazılarını takip eden, düzenli okuyan birisi olarak, Ahmet Şık’a dönük olarak yazdığı “eleştiri”ye elbette bir çokları gibi ben de dikkat kesildim. 

Ahmet Şık, yaptıkları, söyledikleri, ortaya koydukları ile yıllardır kesintisiz bir şiddetin muhatabı oluyor. Öncelikle bu tespiti yapalım. Çünkü bu tespit, aynı zamanda bir söz kuracaksak, dikkatimizden kaçan şeyleri bizlere hatırlatsın ve uyarıcı olsun. 

Deyim yerindeyse defalarca boğulmaya, nefessiz bırakılmaya çalışıldı Ahmet Şık. Cezaevleri, gözaltılar, itibarsızlaştırma operasyonları, tehditler hiç eksik olmadı ve bir kez bile geri adım atmadı savunduklarından. 

Şiddetin ve itibarsızlaştırmanın her dönem muhatabı olmak ve bunu gögüslemek hiç de kolay olmasa gerek. Bununla nasıl baş ettiğini hep merak ettim ama vereceği cevabın ağır geleceğini bildiğim için hiç bir zaman soruya dönüştüremedim. 

En son, iktidarın küçük ortağı ve kanlı bir tarihe sahip olan MHP lideri Bahçeli’nin kürsüden onu hedef göstermesiyle irkildik. İrkildik çünkü nerede muhaliflerin, gazetecilerin, solcuların, aydınların katli varsa, MHP’nin kanlı eli, o cinayetlerin içindedir. Öyle deli saçmalığı diyebileceğimiz bir tehdit yoktu ortalıkta. Kanlı canlı bir tehditdi bu. 

Bahçeli’nin, Ahmet Şık’a “mezar” işaret ederek savurduğu tehdit ile Deniz Poyraz’ın katilini sıvazlayan cümlelerini yan yana koyarsanız, yaşadığımız ortamın neyi barındırdığını da daha net görürsünüz. 

İçinde bulunduğumuz iktidar şiddeti ile hedefe koyma ve itibarsızlaştırma hamlelerinin birlikte yürütüldüğü gerçeği aşikar. Kuracağımız cümlelerin, hangi algıya sürükleneceğini doğru okuyamazsak, onun parçası olmamız ise kaçınılmaz. 

Ahmet ile çata çat kavga edebilirsiniz. Saatlerce tartışabilirsiniz. Yanlış bulduğunuz şeyleri yüzüne söyleyebilirsiniz ki o da size aynısı yapar. Yani az buçuk tanıyan herkes aynı şeyi söyleyecektir. 

Tuğçe Tatari “şok” olduğunu, Ahmet Şık’ın tüm aile fertlerini sayarak (konuya nedense dahil ediyor) hepsini ne kadar  çok “sevdiğini” iliştiriyor önce ve anlıyoruz ki Ahmet Şık’ı yakından tanıyan bir dost kendisi ve elbette “dost acı söyler” sözüne yaslıyor “eleştiri”lerini. 

Lakin bir eksik var. “Dost” olduğunu yazısında okuyucuya duyuran Tuğçe Tatari, Ahmet Şık’ın Ruşen Çakır ile yaptığı yayında, Ahmet’ten duyduğu cümlenin devamını dinlemeyerek, hemen yazının başına geçiyor. İfadesinden öyle anlıyoruz en azından. 

“Dost”,  bir anda yazı konusu oluveriyor. Mutlaka Ahmet Şık’ı aramış ve “nedir bu işin aslı astarı Ahmet” diye sormuştur diye düşünüyorsunuz lakin eleştirisinde haklı olduğuna dair hükmünü çoktan vermiş Tatari ve onu  “özeleştiri” çağrısı yaparken buluyorsunuz. 

“Kimse ses etmese de biz kendimizi bunu yapmaya mecbur hissederiz.

Aksi haksızlık olur.

Aksi aldatmaca olur.

Aksi sadece sevmediğin, sadece ters düştüğün, sadece herkesin bildiği isimleri eleştirmek, senden olanı koruyup kollamak olur.” diyor T.Tatari. Bir kez daha anlıyoruz ki o “Biz”,  öfkeli, “vicdanı” ve  “doğruluğu” kuyumcu terazisi hassaslığı ile yaşıyor ve  “Kimse ses etmese bile kendimizi buna mecbur hissederiz” diyerek, aksinin “haksızlık” ve “aldatmaca” olacağının yine “Biz” olarak altını çiziyor. 

Lakin, hala “şok” olduğu konulara ve tutuma dair, eleştiri ölçüsünü “adil” olmak üzerine kurduğunu anladığımız Tatari’nin, okuyucusu  ile tanıştırdığı Ahmet Şık’a neden ulaşmamış olduğunu anlamıyoruz. O kadar kızgın, öfkeli ve hayal kırıklığı yaşıyor ki, “Biz” olarak Ahmet Şık’ı mahkum ediyor ve eğer Şık özleştiri verirse iyi hal indirimi alacağını da yazının sonunda anlıyoruz. 

“Şoktayım, beni itin, dürtün, bir şeyler yapın!’Yanlış anlamışsın o olaylar öyle değil, deyin.” diyerek bir seslenişte bulunuyor. Ne duymak istiyor, ne duyarsa sarsıntısından kurtulacak bilmiyoruz. Bilmiyoruz çünkü Ahmet zaten konuya dair bir açıklama yapmış. En fazla açıklamayı eksik bulabilir ve açıklamasını daha somut hale getirmesini talep edebilirsiniz veya kendisini arar ve tüm “şüphe”lerinizi dile getirir ve üzerine konuşursunuz. 

“....korkunç gelişmeler yaşanan bu ortamda bırakınız o Veyis denen tiplerle bir ilişki içinde olmayı, tanış olmanın bile Ahmet'e yakışmayacağını düşünen biriyim.” diyor Tuğçe Tatari. 

“Tanış” olmayı başkasına yakıştıramamak mevzusu üzerinde durmayı doğru bulmuyorum. Bir başkasına yakıştıramadığımız şeylerin, kendi hayatımızda da olmaması gerekir. Maalesef hayat o kadar steril değil. Bunu en iyi bilecek olanlarlardan biri de bence Tuğçe Tatari’dir. Bu tür “tanış” olma mecburiyetinin en çok gazetecilik mesleğinde bulunduğu, aklı başında her insanın bileceği bir şeydir. 

Ahmet Şık’ın HDP’den seçildiğini, sonra bağımsız kaldığını, sonra TİP’e geçtiğinin altını yazı içinde dört defa çiziyor Tatari. Bu kadar üstünde durduğuna göre bir mesaj veriyor olmalı diye düşünüyor insan. Ee bu kadar “geçişken” bir profil, neden kötü gazeteciliğe de geçmemiş olsun ki değil mi? 

Evde yapılan görüşme ile SBK’nın Aralık ayında kaçışı ve Ahmet’in Ocak ayında çıkan yazısı arasında bir “şüphe”li bağ kurmamızı istiyor anladığım kadarıyla. Ahmet’in bizden gizlediği şeyler olduğuna rücu eden bir tekrar var yazıda. 

Öyle ya, Ahmet bundan sonra, yaptığı her haber ile ilgili olarak tüm görüşmelerini, haberinin her detayını ve o haberin devamına dair kurduğu her bağlantıyı önceden bizimle paylaşsın bundan sonra! Peki ama bunu neden yapmalı? Eğer haberlerinin içinde birilerini aklıyor, çıkar elde ediyor veya  güç ilişkileri içinde nemalanacağı bir zemin yaratıyor diyorsanız bilelim. Yok öyle değilse, “ima” etmeyi neden tercih ediyoruz? Ahmet’e helal etmediğimiz şey nedir gerçekten? 

Sezgin Baran Korkmaz profiline yabancı değildir elbette Tuğçe Tatari. 

Malum, memleket her iktidara gelenin yarattığı zenginlerle, başkasının malına mülküne çökenlerle ve onların kurduğu rant ve rüşvet ağıyla hep karşı karşıya kalır ve onlar öyle çok uzaklarda falan da değildir. Hep gözümüzün önündedirler. 

“Eski gazeteci” olarak Ahmet Şık’ı ıskartaya çıkaran T. Tatari, eminim son döneme damgasını vuran Soylu, SBK ve Sedat Peker’in ifşalarından oluşan sürecin en sıkı takipçisi olan gazetecilerden birinin Ahmet Şık olduğunu da biliyordur. 

Ahmet’in kaleme aldığı haberlerin içeriğine, “gazetecilik” açısından bir itiraz var mı? Yazdığı ve araştırdığı haberleri “teyit” etme çabasında, ilkesel bir hata var mı? 

Var ve gözümüzden kaçmış ise dinlemeye ve okumaya hazırız. 

Ahmet Şık bir burjuva siyasetçisi değil. Sistemin siyasete ve siyasetçiye biçtiği role sıkışmasını istiyorsak, zaten siyaset eleştirisi işine girmeyelim. Hem siyasi kimliğini, hem gazeteciliğini hak ve özgürlükler temelli bir duruş üzerine kuran birisine “bırak bu işleri” kabalığı bir tek bana ayıp gelmiyordur sanırım. 

Ahmet Şık’ın bir gazeteci olarak yaşadıkları ile siyasetçi kimliğinden dolayı yaşadıkları arasında bir fark var mı? Bahçeli’nin işaret ettiği mezar, sorunun cevabını da veriyor.

Bunu anlamamız için daha ne olması gerekiyor sorusunu da buraya ben bırakayım. 

Medya, yargı ve güvenlik üçgeninde çeteleşen devletin tüm pisliklerinin çorap söküğü haline geldiği ve araştırmacı gazetecilerin, her alandan bilgi toplayarak, binbir çabayla kamuoyu ile paylaşıp, iktidarın rüşvet çarkını teşhir ettiği bir dönemde, olayın yönünü muhalif gazetecilere çevirme başarısı iktidardan çok, karşıtların başarısıdır! 

Belki de, hep Ahmet Şık’tan beklediğimiz o duruşu, cesareti, hangi şart altında olursa olsun direnme inadının yarattığı yükü, psikolojiyi ve tehlikeleri, biraz da bizim sırtlamamız gerekiyordur.