“Böyle iyiyiz” için üç ayak

Bir kez daha gördük. Birleşince çok güzel oluyoruz. RTE’yi seçtiğimiz rektörümüzü atamak zorunda bırakırsak daha da güzelleşeceğiz. Ancak bir taraftan da çok parçalılığın gerekçelendirilmesi tüm hızıyla devam ediyor! Kürt ulusal hareketi ile nereye kadar, Syriza ne kadar sol, Maduro böyle dayanabilir mi? vs. enerjimizi tüketmekteyiz.

İlk ayak “örgütlüyüz, haklıyız, kazanacağız” kısmı. Elbette örgütle, elbette tarihsel haklılıkla ilgili bir sorun yok. Sorun, bunun sık tekrarının, bir tür totoloji olarak siyasi çalışmayı ikame eder hale getirilmesi:

İnsan okumaya, kapitalizmin gelişimini, işleyişini öğrenmeye başlayınca ilk önce bu gayrı insani düzenin uzun süremeyeceğini düşünür. Sonra her nasılsa bir şekilde sürebildiğine ikna olunca, bir ‘kaldıraç’ fikrini yakın bulur. Nihayet en sonunda devrimcilikte ve okumakta çok ısrar ederse, kapitalist ekonominin yasallıkları, genişleyen yeniden üretim dinamikleri, krizlerin içselliği, krizlerde kendini yenileme gücü, vs. üzerine bir algı sahibi olabilir. Pek çoğumuz “Bu iş zor Yonca” der gider. Kalanlarda gri bölgenin çok olduğu, tarihsel, sınıfsal ve coğrafi faktörlerin devreye girdiği bir siyasi düzlem kavrayışı olgunlaşır.

Kaldıraç, suni dengeyi bozan, veya acil durumlarda çaresiz insanoğluna ışığı gösteren sihirli bir manivela olmaktan çıkar. Siyaset yapan, krize evrilen süreçte büyüyen, rüştünü kitlelere ispatlayan, defalarca ayrışan - bütünleşen ve krizle açılan iktidar mücadelesinde yeniden doğan bir siyasi partiye evrilir…

Burada bir uzun parantez açıyorum: E. Ahmet Tonak, yanıtı zor, ama yanıt vermekten kaçmanın imkansız olduğu bir ikilem tarif etmiş. Özetle, örgütler öncülük ettikleri toplumsal kesimlerin gerçek sorunlarına acil yanıtları inandırıcı biçimde üretebildikleri ölçüde popülerleşirken, aynı anda düzenle daha barışık mı olurlar? Henüz daha çok yolu olan Yunanistan deneyimini ayrıntılı bir şekilde incelemek gerekiyor. Yazar, bu konuda uzun olmasına rağmen bence satır satır okunması gereken bir röportaja da bağlantı vermiş. Röportajı hem alan, hem de veren açısından çok cesur buldum.

Daha Syriza iktidarının ilk gününde, düzenle barışık ne kelime!, onların düzenin-egemenlerin kendi icatları olduğunu duyurmak zorunda hissedenler vardı. Meğer biz ne beyhude çarpışıyormuşuz şu emperyalizm üç başlı ejderhasına karşı!

Ben devrimci umudumu hiç kaybetmedim. Syriza, bir çekirdek öncü örgüt değil, bir Avrupa sosyalist partisi bile değil. Syriza, AB emperyalizmine çarpa çarpa halkçı bir iktidarı kurma fırsatı bulabilecek bir güçbirliği partisidir. Malesef Yunanlı komünist yoldaşlarımız tarafından düşman ilan edildikleri için bu fırsatı bulmaları ihtimali biraz daha azalmıştır. 

Burjuva demokrasilerinde iktidara yürürkenki popülerleşmeyle düzenle hesaplaşma gücü arasındaki sürtünmeye bulabildiğim yanıtın çoğu, siyasi krizin muhtemel yükselen seyrini temel almakta: 2000'lerin Latin Amerikasında ve günümüzde Yunanistan'da emekçilerin aç kalmamasını sağlamaya çalışmak kitlesel meşruiyetin başlangıç noktasıdır. Düzeltiyorum: Bugün Yunanistan’da sadece insanların beslenme, barınma ve çalışma hakkından mahrum kalmaması için çalışmak, bir ihtimalle - dünyanın en büyük emperyalist odaklarına ve ülkenin egemen mülkiyet düzenine karşı devrimci bir başkaldırının kitlesel destek bulmasını sağlayabilir. 

Örneğin bugün Yunanistan halkı aç kalmamak için bankaların devletleştirilmesini, devalüasyonu, sermaye kontrollü yeni para birimini destekleyebilir. Ama Almanya’yı (borç konsolidasyonuna) ikna etmek için oy vermiş bir çoğunluk için bu destek, çok özel koşullar ister.

Marksizm, sermaye devletinin biz insancıklara bu tür konjonktürleri şu veya bu sıklıkta yaşatmak zorunda olduğunu, bu kaderi bağrında taşıdığını söyler. Bir sermaye devletini yıkıp işçi devletini kurmanın reçetesini vermez.

Peki yapılması gereken, devrimci-sosyalist olmayan solcuların kapitalizmin kriz bölgesinin kaotik sınırlarında savaşırken yaptıkları "yanlışlar"ın çetelesini tutmak mıdır? Örgütlü ve haklı olmakla tarihi değiştirecek bir siyasi parti olmak arasındaki açıyı güncelleştirmeye çalıştığım parantezi kapatıyorum.

Üç ayaklı apolojinin ikinci ayağı bir sıfat seti: Yaşlılık, yorgunluk, tembellik, huysuzluk ve bezginlik. Bunlar birbirini ikame edecek veya tamamlayacak şekilde tekli, ikili, üçlü setler halinde kullanılır.

Sanki kiloyla eylem yapılıyor, yayınlanan sayfa sayısıyla ideolojik mücadele veriliyor, uykuya ayrılan zamana göre ilerici olunuyor. Artık açıkça yazılmalı. Yorgunluk, pasiflik, eylemsizlik basit birer insani reflekstir. Bu, bir devrimcinin, aslında ne yapıldığını anlamadığı veya anlayıp da benimsemediği ama tartışamadığı için pasifleştiği anlamına gelir. Anlatmak, anlamlandırmak, farklılıklar belirginse ortak noktalarda bir verimlilik aramak, bunlar doğaldır. Doğal olmayansa etiketlemedir. Bol etiketleme yaparsanız sadece sorgulamadan icra edenler kalır, rahat edersiniz.

Türkiye'de güncel gelişmelere duyarlı, eşitlikçi, dayanışmacı, özetle solcu çok kalabalık bir insan malzemesinin ezici çoğunluğu, bu süreçte gerçekten de yorgun, bezgin, yaşlı veya tembel olduklarına inandırılmıştır. Örgütsüzlükleri veya ataletleri büyük ölçüde sol örgütlerin suçudur.

Üçüncü ve son ayak ise kasıtlı ve ısrarlı iyimserlik-karamsarlık saptırması. Gezi'nin yaydığı iyimserlik, bu toprağa ilişkindir. Karamsarlıksa, Gezi’de kabak gibi ortaya çıkan siyasi kavrayış eksiklerinin hesabının verilmemesine ilişkin.

Ama bahsetmek istediğim esas saptırma iyimserlik kaynağı olarak seslendirilen “haklıyız kazanacağız” fikrinin ve bunun türevi bir siyasi kültürün hakim olmasıyla ilgilili. Tabii ki haklıyız, tabii ki kazanacağız. Ama gelecek halkçı-eşitlikçi cumhuriyet kaçınılmazsa neden solun 30 senedir patinaj yaptığı da açıklanmalı, bu noktadan  kötümserleşmeye izin verilmemelidir değil mi? Çünkü bu gerilim – yani karşılığı olmayan kurgulanmış iyimserlik – siyasetten düşürür. Düzene tabur tabur devrimci teslim eder.

Marksizmin işçi sınıfının iktidarının mümkün ve gerekli olduğunu anlatması, kapitalizmin krizlere mahkum olduğunu göstermesi, sınıf mücadeleleri tarihi, sermaye düzeninin ülkemizi tek parça tutma imkanının bile kalmamış olması (bu nedenle devrimci yükselişte potansiyel müttefiklerin çok zenginleşmiş ve aktive olmuş olması) ...  Bunlar ve benzerleri, iyimserliğimizin kaynağıdır. 

Ama bu düzenin üflemeyle veya barikatla veya daha çok insanın sokağa çıkmasıyla yıkılmayacağını, orta sınıfların ihanete ne kadar hazır olduğunu, işçilerin siyasi greve, yaygın dayanışma eylemlerine ne kadar uzak olduğunu, vs. hesaba katmayan bir iyimserlik, regresyona yol açacak, başta bahsettiğim suni dengeciliğe veya “üç başlı emperyalist ejderha”yı bir gün sihirle yenecek bir manivela kavrayışına dönüşecektir.

Bitirirken başlığa döneyim: Yanlış siyasi kavrayışın temelinde yatan bu üç ayaklı kurguyu yıkmadıkça, böyle iyi değiliz!