Boş silah

Kriz sadece iktidarı sallamıyor, aynı zamanda tüm muhalefeti ve toplumu da sallıyor. Her ne kadar tüm medyayı kontrol eden iktidar tarafından milli birlik ve pembelik içinde gösterilse de, siyasi ve ekonomik kriz herkesin evinde, iş yerinde, sokağında, caddesinde bağır bağır bağırıyor.

İçinden çıkılmaz hale gelen borçlar kabardıkça, “ne yapacağız” sorusu dipsiz bir kuyuya düştükçe ve elde, avuçta olan da pula dönüşüp, hiçbir şeye yetmez hale geldikçe, estirilen “milli beraberlik” söylemi, MHP’nin “askıda ekmek” kumpanyasında olduğu gibi, kimsenin yüz vermediği, küflü bir propagandadan öte başka bir şey olmayacaktır.

Ülkenin üstüne çöken küf kokusu, zaman geçtikçe daha da keskinleşiyor ve evlerin, sokakların, caddelerin, insanların üzerine siniyor. Artık “yeni” denen hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Alkışlar sönük, gözler parıltısız, sohbetler umutsuz ve bir havuç olarak uzatılan vaatlere karnı tok bir umursamazlık hâkim.

Aynı cümleleri, aynı yalanları dinlemekten yorgun bir toplum var ve “ne olacaksa bir an önce olsun” beklentisi, uzun zamandır ortak bir duygu.

Bir an önce olması beklenen geciktikçe, huzursuzluk ve öfke, sokakta, evde, mahallede, bir gölge gibi takip ediyor hayatları. Herkes önce yüzünde öldürüyor hayallerini. Tadı tuzu kalmamış olmaktır bu ve vazgeçiştir. İktidarı korkutan da işte bu vazgeçiştir.

Kitleler, ağızlarından, gözlerinden, burunlarından karınlarına doğru iteklenen ne kadar yalan varsa, hepsini kusacaktır mutlaka. Herkes artık midesini tutarak yürüyor çünkü. Yutkunmaya çalıştıkça, midesi kalkıyor, sendeliyor ve boğazına kadar gelen o ekşimiş yalanların tadı, bir tiksinme olarak yüzlere yerleşiyor.

“EY” diye bağıran o otoriter ses sempati değil, korku veriyor artık. Karşısındakilerden “alkış” isteyen ve dinleyenlere bozuk atan o ceberut mimikler, sahte alkışları toplamıyor sadece, aynı zamanda kendisinden nasıl kurtulacağını düşünen gözlerden taşan bakışları da topluyor içine. Gönülsüz alkışların acımasızlığı bir kez yakalamaya görsün korkunuzu, asla silinmez kulaklarınızdan uğultusu.

Şaklabanların ve yere eğilenlerin tapınma seanslarından yükselenler, dokundukları her şeyin altın yumurtlayan tavuğa dönüştüğünü sanırlar. Oysa gerçeklikleri kumdan kaleler gibidir ve çevrelerinden el ayak çekildiğinde, kumdan kale olan itaatlerin çöküşünü izlerler. İtaat edenler, en çabuk yıkılanlardır çünkü ve onlarla birlikte kurulan hayaller, onlarla beraber terk edilirler.

Yolun sonuna yaklaştığımızı, fırtınaların kumdan kalelerden kopardıklarını, parça parça önümüze düşürmesinden anlıyoruz. Bazen, bu kadar basit bir cümledir işte tüm hikâye. Dağılanı, olacakları anlatır ama asla sonun nasıl geleceğini söylemez.

Çünkü o sadece yukarılarda birilerinin verdiği, vereceği kararlarla ilgili değildir, bizimle ilgilidir. Bizlerin vereceği kararlarla da ilgilidir.

“Ne olacaksa bir an önce olsun” duygusu, değişimi şiddetle arzularken, diğer yandan öfkesini tatmin edecek her adıma koşulsuz ruhunu sunar ve intikam hevesleri “neden tatmin olmuyorsunuz” diyerek hakikati dillendirenleri gözü kapalı harcamaya hazırlanır.

Gücün ve çaresizliğin esiri olanın, bir başkasının elinde tetikçiye dönüşmesine çok tanıklık etmiştir bu ülke.

“Reform” diyerek ortalıkta dili dışarda gezen iktidar sözcülerinin, kulağı kesik siyasetçilerin, dengeleri kollayan ve her defasında ters köşeye yatan “sürçülisan” tebliğcilerinin hemen hepsi, bir kaşık suda boğulma tehlikesinin farkındalar. Artık hiçbir sözün, hiçbir vaadin tesir etmediğini biliyorlar.

İktidarı sürdürebilir kılmak için, silahlarındaki bütün kurşunları boşalttılar ve geriye o boş silahı doluymuş gibi yaparak, delirmiş vaziyette ortalığa sallamak kaldı.

Ömrünü uzatmak için gerçeğe kıydıkça, dışarıda büyüyen çaresizliğe ellerini ovuşturanlar, o çaresizliğin kendilerini de bulduğunu göremeyecek kadar güç körüydüler.

Şimdi kapıları çalıp, suçlarını aklayacak ittifaklar arıyorlar. Kapılar yüzlerine kapanıp, zayıflıkları ortaya çıktıkça, sofralarından seçtiklerini aslanların önüne atıp, parçalanışını seyrettirerek, dehşete kapılan gözlerde kendi yaralarını saklamaya çalışıyorlar.

Faşizm tellallığına soyunanlar, imanlarını teslim ettikleri yaratıcılarının mutlaka bir yol bulacağına dair toplu inançlarına tutunuyorlar lakin her tapınmanın gözü kör eden aldatıcılığı ile mutlaka yüzleşecekler.

Meşru olanın gücünü ortaya çıkarmak ve onu büyüterek sonu hızlandırmak elbette kolay değil ama düşlerimizin kırılarak, kendi ayaklarımıza batmasına da izin vermemeliyiz.

Attığımız her adımın, kurduğumuz her dayanışmanın, her politik hamlenin sonucunu omuzlayacak stratejiler kurabilirsek, bu savaştan güçlü çıkabiliriz.

Bizden daha güçlüler ama bizden meşru değiller.