Bölgemize faşizm mi geliyor?

Svoboda, Altın Şafak, Boko Haram, El Nusra ve IŞİD... Daha az bilinen örneklerle bu liste uzatılabilir. Türkiye’yi şimdilik bir kenara bırakacak olursak, yakın çevremizde, Doğu Avrupa’dan Ortadoğu’ya uzanan coğrafyada faşist hareketlerin güçlenmesi, mevziler kazanması ve kurumsallaşmaya başlaması eşzamanlılık göstermiş ve genel bir ortak eğilim olmuştur.

Her örnekte bu eğilim için kuşkusuz ilgili siyasal birimdeki sınıflar mücadelesi belirleyici oldu. Ancak içinde yaşadığımız dünya emperyalizmin genel dinamikleriyle iç dinamiklerin birbirinden yalıtılmasına izin vermiyor. Bu durumda akla gelebilecek sorulardan biri, bu geniş coğrafyaya faşizmin gelmekte olup olmadığıdır.

Bu soruyu ele almak için bu örneklere kısaca bakalım.

Altın Şafak on yılı aşkın bir sürenin ardından Yunanistan’da ilk seçimine 2009 ‘da girdi ve ilk başarısını da 2012 yılında elde etti. Svoboda’nın tarihinde ilk büyük ölçekli çıkış yine 2009’da Ukrayna’nın Ternopil Oblastında yapılan yerel seçimlerde birinci parti olması oldu. 2000’li yılların başlarında kurulan Boko Haram Nijerya’da ilk silahlı saldırılarını ve 700 kişinin öldüğü kitlesel ayaklanmasını 2009 yılında, bir polis operasyonuna karşı bir çıkış olarak gerçekleştirdi. Ortadoğu örneklerinde ise faşist cihatçı örgütler çıkışlarını 2010’da başlayan "Arap Baharı" sürecinin onlara açtığı geniş alanda gerçekleştirdi. Mısır gibi örneklerde iktidara gelen İslamcı partiler bu örgütlerin bütün faaliyetlerini serbestleştirme yoluna gitti. Sonuç olarak andığımız örneklerin her birinde 2009 – 2010 aralığının bir dönemeç olduğu görülebilir.

Bu partiler emperyalistlerden söylem düzeyinde eleştiri alsa ve zaman zaman somut yaptırımlarla karşılaşsa da, yakından incelendiğinde emperyalist merkezlerin uyguladığı politikalar sayesinde güçlendiklerini görmek zor değil. Ve bu güçlenme süreci halen devam etmektedir.

Faşizm için yapılan tanımlardan birinde “devrimini yapamayan işçi sınıfına kesilen cezadır” der. Bir yönetim biçimi olarak faşizm için yapılan bu tanım, geçmişte faşist hareketlerin yükseliş dönemleri için de geçerli olmuştur. Sol nerede güç kazandıysa karşısına faşist hareketler çıkarılmıştır. Ancak bugün için bölgede hızla güçlenmekte olan bir sol hareketin de bulunduğunu söylemek mümkün değil. Öte yandan yakın geçmiş ve bugün için doğru olan bu durumun, yakın gelecekte değişme ihtimali çok güçlüdür ve konumuz açısından kritik nokta budur. Bu noktayı açalım.

Emperyalist merkezlerde 2008’le birlikte görünür hale gelen ekonomik kriz dinamikleri bir dizi gelişmenin habercisi oldu. Bunlardan biri sınıf mücadelesinin keskinleşeceği bir dönemin açılmakta olduğu ise, bir diğeri de 1991’den beri tüm hızıyla süren emperyalist yayılmacılığın aynı şekilde devam edemeyeceği bir sürece girildiğidir. Bunun sonuçlarından biri de liberal ideolojinin büyük prestij kaybına uğramasıdır.

Emperyalist yayılmacılık 2008 öncesinde daha geniş ekonomik kaynak kullanımına ve doğrudan yönetmeye dayalı bir genişleme modeline sahipti. AB ve NATO’nun hızlı genişleme süreçleri, Ortadoğu’ya yönelik askeri saldırılar ve işgaller, yüksek maliyetli ve emperyalistlere doğrudan yönetim olanağı veren süreçlerdi. 2008’le birlikte bu model değişmeye başlamıştır.

Bazı yazarlar yeni dönemi “ABD’nin geri çekilişi” olarak tarif etmektedir. Yanlış yorumlara neden olabileceği için bu ifadeye tam olarak katılmıyorum, ancak 1991 - 2008 dönemine göre farklı önceliklerin bulunduğu bir gerçektir. İlk dönemde reel sosyalizmin bıraktığı boşluğun ekonomik ve siyasi olarak hızla doldurulması bir öncelikken, ikinci dönemde öncelik emperyalistlerin tam egemenlik kurmakta zorlandığı bölgelerde olası tehditlerin güçlenmesini engellemek haline geldi.

Emperyalizmin hegemonyası zayıfladığında temelde iki dinamiğe alan açılır: Sosyalist hareket ve sistem içi rakipler. Bugün için olası rakiplerin Rusya ve Çin olduğunu biliyoruz. İki tehditle de başa çıkmak için liberal ideolojiye dayalı hareketlerin de son derece etkili olduğunu yıllarca gördük. Ancak ekonomik kriz dönemlerinde liberalizmin saf haline dayanan hareketlerin işi kolay değil. İşte bu nedenle örneğin Ukrayna’da anti-komünizm ve Rusya düşmanlığını 2004 “turuncu” karşı-devrim sırasında sivil toplumcu liberaller yaparken, on yıl sonrasında bu iş faşistlere düştü.

Sonuç olarak emperyalistler bu sefer faşist hareketlerin önünü olası bir işçi sınıfı hareketi yükselişini beklemeden, bir önleyici önlem olarak ve rakiplere alan kapatmak için açıyor. Dolayısıyla bu hareketlerin yükselişi bizim bir yenilgimiz üzerine değil, yakın gelecekte sahip olduğumuz büyük potansiyelin egemen sınıflarda yarattığı kaygı üzerine inşa edilmektedir.

Peki bu tespit bize neyi gösteriyor?

Birincisi faşizmin “gelip gelmeyeceği”ni önümüzdeki dönemin mücadelesi belirleyecektir ve faşizmin kazanacağını peşinen söylemek mümkün değildir.

İkincisi, sınıf mücadelelerinin keskinleşeceği bu döneme anti-emperyalist ve anti-faşist güçler yenik, moralsiz veya zayıf bir şekilde değil, önemli kazanımlarla girmektedir. Her bir örnekte önemli direnişler halen sürmekte ve bunların başarıları sosyalizme alan açmaktadır. Bu nedenle bu dönem ‘ileri’ çıkmak için son derece elverişlidir.

Son olarak, çevremizdeki geniş coğrafyayı bekleyen bu büyük mücadele döneminde eğer anlık ve geçici yenilgiler yaşanırsa, sanırım kimse geriye dönüp bakarak “keşke faşizm yükselirken ileri çıkmak yerine geri çekilip korunaklı alanlara sığınsaydık” demeyecektir. Bu nedenle her koşulda ileri çıkma zamanı!