“Bugünler de geçer elbet”, diyenlere rastlıyorum sıkça.
Geçer elbet. Geçmeyen gün olmuş mu ki hiç ?
Geçer de, geri kalan yıkımların arasında bir de sevginin uğradığı yıkımlar olacak. Peki o yıkıntıların yerine sevgi, yeniden hangi malzeme ile inşa edilecek?
Yanıtı, eski bir yazımda aradım. “Biz Sevmeyi Ne Zaman Unuttuk?” başlıklı bir yazı. Olduğu gibi alıyorum:
“Sonsuzluk ve Bir Gün” adlı filmde, Angelopoulos’un bilincini yitirmiş annesinin başucunda oturan adama sordurttuğu o müthiş soru: “Söylesene anne, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?”
O sevgi ki, Goethe’ye: “Sevgi, insanın içinde yaşayabileceği tek iklimdir”, dedirtmiş. Yine o sevgi ki, Yunus’tan Anadolu’ya: “Aşk gelicek cümle eksikler biter”, diye bir soluk estirmiş. Ve o sevgi ki, Balıkçı’dan, sevginin kendince bir tanımını yapmasını isteyen Azra’sına: “Bir defasında avucumun sıcaklığında çiçek tohumlarını filizlendirmeyi başarmıştım; budur işte sevgi!” diye yazdırtmış.
Son günlerde, Muhsin Ertuğrul’un Benden Sonra Tufan Olmasın başlıklı anılarını yeniden okurken, sevgiden sanata, ya da sanattan sevgiye köprü uzatmanın en soylu biçimlerinden biri olan şu satırlarla bir kez daha sarsıldım: “…Çünkü yeryüzünde tiyatronun binbir derde deva olduğuna inandım bir kez. Bütün kötülüklerin, insanın insandan kopmasından, uzaklaşmasından; birbirlerinin sıcaklığını, sevgisini duyamadıklarından doğduğuna inanç getirdim bir kez. Artık beni bu inançtan, bu kanıdan kurtaramazdı kimse…”
Cesare Pavese’nin, ikinci büyük savaşın bitmesinin hemen ardından kaleme aldığı şu satırlar da, bir cehennemin ortasında insana direnme gücünü veren tek şeyin yine insanı sevmek olduğunu kanıtlamıyor mu? “…Öyle günler vardı ki, tanımadığımız birinin bir bakışı, bir göz kırpışı bizi kendimize getirip uçurumun kenarından geri döndürmeye yetiyordu. Her yerde, en bilgisiz veya karanlık gözlerde bile, katılmanın bize kaldığı bir insan sevgisinin ve bir masumiyetin gizli olduğunu biliyorduk…”
Peki ya şimdi? Ya kendi ortamımızda?
Temelinde binbir sevginin mirasıyla yoğrulmuş bir Anadolu ruhunun yattığı, Goethe’nin insanın yaşayabileceği tek iklim diye tanımladığı sevgi ikliminin yüzyıllar boyunca has olanını yaratmış olan ortamımızda? En azından birkaç kuşaktır yeterince koruyabiliyor muyuz, canlı tutabiliyor muyuz bu sevgi mirasını genç kuşaklar için? Birkaç yıl önce anlamsız bir kazada yaşamını yitiren sevgili öğrencim Ergin Biroğul’un bana verdiği, “Yaşamaya Değer mi, Değmez mi?” başlıklı bir ödevinde şu satırlarla karşılaşmıştım: “Ölüme son çare olarak bakıyorum. Her zaman elimin altında olan ve kullanmak istediğimde de kimsenin kullanmaktan beni alıkoyamayacağı bir çare olduğunu biliyorum… Ha, eğer hayat seni korkutuyorsa, ümitsiz kıldıysa, en yakınlarının sana maskeler ardından baktığını fark ettiysen, hayat böyledir, de, onun ikinci kez katılmana izin verilmeyecek bir oyun olduğunu söyle… Ölüme sahip olduğumun farkına varmasaydım, kendimi maskelilerin tuzağına düşmüş hissederdim… Bir şansım var, o da ölüme sahip olmam.”
Ne zaman ortalığı bastı yirmilerinde bir genci buz gibi maskelerin arasında yaşamaktan bezdirip, ona son şans olarak ölümü bırakan bu sevgisizlik? Ya sanatımız; hamuruna sevginin mayası karıştırılmadığında asla sanat olamayacak sanatımız, nicedir sevgisiz ellere mi düştü? Sevginin sözcülüğünü yapamaz mı oldu? Sevginin salt sözcük değil, fakat ancak eylem olduğunda gerçek anlamına kavuşabileceğini ne zaman unuttuk? “Bana söylenmeyen, beni ısıtmayan sevgiler yerinde kalsın…” diye yazmıştım bir yerde. Neymiş? Söylenmesine gerek yokmuş; anlaşılmalıymış, hissedilmeliymiş -bir bilmece midir sevgi? Yoksa şimdilerde asıl korkulan ve kendisinden kaçılan, sevme eyleminin beraberinde doğal olarak getirdiği sorumluluk mu? Yaşadığının ahlakını savunmaktan korkmanın adı mı oldu yaşamak? İnsanın insandan sorumlu olmadan yaşamayı yeğlediği bir dünya, artık insanların dünyası olmaktan çıkmaz mı?
Başardık. “Aşk gelicek cümle eksikler biter”, diyen Yunus’un, “İki insanın dost olabildiği yerde uygarlık vardır”, diyen Sabahattin Eyuboğlu’nun miraslarının ardından nefrete, düşmanlıklara, en soylu duygulara karalar çalınmasına değil, sevmeye şaşar olduk.
Sahi, biz sevmeyi ne zaman unuttuk?