Güçlüler veya yukarıdakiler, bir başkasının (hele de tüm yoksul halkın) hakkı olana el koymaya başlayınca aşağıdakiler de çaresizse iki yol vardır: Ya dünyanın adaletsiz olduğuna karar verip, öbür dünya için çalışacaklar, ya da elde düzenbazlık imkanları varsa, ben de yoluma bakayım diyecekler.
Aslında hırsızlık, çoğumuzun düşündüğü gibi siyasetten, siyasilerin dünyasındaki haksızlıkların topluma kötü örnek olmasından başlamıyor. Düpedüz bankacılıktan başlıyor. Yani mali sermayeden, “finanskapital”den. Bugün Türkiye’de banka sermayesi "hırsızlık" yapmasaydı, kimse için bu derece kolay bir eylem olmazdı bir başkasının hakkını yemek.
Mali sermaye, doğası gereği saldırıyor. Ama AKP Türkiye’sinde doğasının ötesinde de saldırıyor: Üretenlerin emek değerine kapitalizmin örtülü değer aktarım mekanizmalarıyla el koymaktan bahsetmiyorum. Ülkemizde bankalar açıktan hırsızlık yapıyor! “Yeni Türkiye” projesininin en güçlü ayaklarından birinin “borçlu haneler’ olduğunu mümkün olduğu kadar sık yazmaya çalışıyorum. Bu ayağın temel kurumları aynı zamanda hırsızlığın da meşrulaşmasını sağlıyor.
En büyük özel bankalardan birinin kamuya açıklanan bilançolarından bir tablo sunayım: 2009 yılı sonundan 2014 yılı sonuna geçen beş yıl içinde bu bankanın özvarlıkları, yani toplam alacaklarından toplam borçlarını düştüğünüz zaman kalan rakam, nominal TL bazında tam ikiye katlamış. Enflasyonun etkisini düştüğünüzde yaklaşık yüzde 35'lik bir gerçek büyüme yapıyor bu. 2008 öncesi kadar hızlı değil ama böyle bir dönemde kötü denemez.
Bu sırada şubelerinin sayısını da yüzde 30 civarında artırmış. Personelini ise sadece yüzde 12 artırmış. Her çalışan, beş yıl öncesinin yaklaşık yüzde 12 fazlasını alırken bankaları, yüzde 35 daha büyük. Üstelik yüzde 35 büyüyen bankalarının iş yükü, emekçi sayısı aynı oranda artmadığı için ortalama yüzde 15 artmış!
Bir emekçiye geçim endeksinin altında zam yaparsanız, onun gelirini düşürmüş, hakkını çalmış olursunuz. Hele de 8 kişilik işi 7 kişiye yaptırıyorsanız, aynı zamanda sömürü oranını çift yönlü artırmaktasınızdır. Basit, organize hırsızlık. Yiyorsa itiraz et! Her yıl yüzde 5, hatta aptal hedefini tutturmuş “başarılı” elemana yüzde 8 (aro) zammı; “başarısız” elemana sıfır. Bu arada gıda enflasyonu yüzde 15-25 arasında değişiyor, asgari geçim endeksleri yıllık yüzde 10'un altına düşmüyor. Özetle seni beğenirsem cebinden daha az, beğenmezsem daha çok çalarım diyorlar.
Devlet yok mu? Ya hükümet? Anayasa, adil bir çalışma hayatı, kölelik ve hırsızlığa karşı haklar vaat etmiyor mu?
Siz bakmayın RTE’nin kürsü edebiyatına. Bankalar konusunda hükümetin pozisyonunu hatırlatmak için bir örnek yararlı olur. 2009 yılında bankacılık sektörü için bir kara mizah senaryosu gerçekleşti. AKP’nin bakanlar kurulu, iki ay arayla“sendikasız” bankalara, önce sendikalı bankaların imzaladığı toplu iş sözleşmelerindeki kuralları uygulama yükümlülüğü (teşmil) getirdi, sonra bu kararını “geri aldı”. Öyle büyük haklar değildi bunlar, şu linkten ayrıntılı bilgi alabilirsiniz.
Bu iki ayda ne mi oldu? Söylenen o ki bu bankaların patron temsilcileri, ilgili bakana gidip, “eğer bu kararınızda ısrarcı olursanız elemanlarımızın yüzde 10-12’sini sokağa atarız” demişler. AKP de resti görememiş ve geri çekilmiş. Yükümlülüğün getirilmesindeki görünürdeki neden “haksız rekabet”, vazgeçilmesindeki neden ise 8-10 bin kişinin işsiz kalması korkusuydu.
Her şeyden önce, “ucuz diye bu kadar çok kişi çalıştırıyorum, yoksa yüzde 10 eksik çalışırım” diyen koca bir yalan söylemektedir. Bu ekonomik yasalara aykırı bir durumdur. Yukarıda örnek verdiğim banka, yüzde 30 daha fazla işi zaten yüzde 12 daha fazla emekçiyle yürütmektedir. İkincisi devlet, sermayenin blöfünü görüp “sıkıyorsa at, görürsün başına ne geleceğini” diyemediği için acınacak duruma düşmüştür. Kendi topal anayasasını uygulamaktan acizdir.
Ama bence görünürdeki işten kitlesel çıkarmalarla siyasi maliyet yaratma kaygısı tablonun küçük bir parçasıdır. Esas önemli neden, hükümetin patron ruhuna sahip olması, her üyesinin hatta her milletvekilinin damarlarında büyük patron kanı dolaşmasıdır. Ne de olsa düzenin bel kemiğini oluşturan yandaş müteahhitler, bilançolarıyla değil, Ankara’dan bankalara çekilen özel rica-emirlerle kredilendirilmektedir.
Bankalar ücret düşük olduğu, yani maliyet ucuz olduğu için mi 200 bin kişi çalıştırıyor? Mali sermaye, kârını en yüksek seviyede tutmak için çalışır, başka hiçbir şey için değil. Şurası kesin ki bankalarımız “ekmek vermek” için değil, kâr etmek için 200 bin kişi çalıştırmakta ve hükümet patronun yanında olduğu için hem bu hırsızlığa göz yummakta, onaylamakta ve yaygınlaştırmaktadır. Tekrarlıyorum, yıllardır yüzde 10-25 arası salınan gıda ve temel geçim kalemleri enflasyonuna rağmen yüzde 5-6 zam yapılmaktadır. Bunun iktisatta adı reel ücret eksiltmedir. Günlük hayatta ise biz hırsızlığa “hırsızlık” diyoruz!
“Kapıda daha düşük ücrete çalışacak gençler kuyrukta bekliyor” blöfü, devlete sosyal devlet olduğunu hatırlatacak bir örgütlenme ve eylemlilikle kırılabilir. Ha, yok mu herhangi bir örgütlenme ve eylemlilik? O zaman devam. Her yıl yüzde 5 çalmaya devam edecekler, çaresi yok. Sonra buna rağmen kârlarını toparlayamayınca emekçileri tabur tabur sokağa atmaya başlayacaklar. Sonra bir gün tıpkı Haziran 2013’te olduğu gibi dalga dalga sokağa inilecek, çaresi yok. Bu bir temenni değil, sermayenin doğasının doğal sonucu oluşan beklenti. O gün sokakta ne yapacaklarını bilecekler veya bilemeyecekler. İşte bütün mesele burada.