Birlik üzerine - X

Zor olanı düşünmeliyiz. Çünkü kolay yollar bize kapalıdır. “Birlik üzerine” yazılarımızın sonuna doğru, ortak seçim partisinden, partilerin federal merkezinden bahsederek, bir somutluğa ulaşmaya çalıştık. Haziran direnişinin ardından bu türden bir işlevi yerine getirecek bir yürütme kurulu kurulmuştur. Burada, daha fazlasını öneriyoruz. Türkiye sosyalist hareketinin liberalleşmiş kesimleri ve Perinçek tarikatı hariç tüm kesimlerinin, Türkiye ve Kürt ögeleri kapsanmak üzere, birlikte hareket edebilmelerinin bir kurumsallığa gereksinimi vardır. İsteyenler gevşek bir federasyon da önerebilirler. Bazı kişiler önerimize “sosyalist platform” da diyebilirler. Ancak kastettiğimiz, en somut ve basit haliyle, ortak seçim partisidir.

Bu türden ortaklıklarda, birliklerde, merkezin nasıl oluşacağı, oy dağılımları ve alınan kararların uygulama araç ve mekanizmaları gündeme gelecektir. Örneğin ortak merkezde HDP ve diğer Kürt sorununa yönelik oluşumların temsili ve zorunlu ağırlığı bir tartışma konusu olacaktır. TKP'nin oyu, ÖDP'nin oyu, EMEP'in oyu..., ve bu kesimler arası denge konusu...

Ancak, oy oranlarını dikkate alınmasından daha önemli olan sorun, kimlerin hangi alanda üstün ya da iyi olduğunun saptanması, kimlerin hangi kesimleri harekete geçirebileceğidir. Elbette, esas konu, ortak parti merkezinin benimseyip uygulayacağı, tüm parti birimlerini bağlayacak kararlardır.

Ortaklık ve birlik kapsamında, şu soruları soralım ve yanıtlamaya çalışalım:

Türkiye'de tüm sosyalist partilerin kabul edeceği genellikte, ne tür ilke ve amaçlar vardır? Öyle ki, bu ilke ve amaçlar tanımlandıktan sonra, farklılıklar birlikte hareket etmenin önünde engel olmasın. Hatta, ortak ilke ve amaçların uygulanmasında, farklılıklar zenginliğe, üretkenliğe dönüşebilsin.

Ancak, ortak olduğumuz genel ilkeler ve amaçların ötesine de geçilmemelidir. Farklılıklarımızın fazla olduğu alanlarda, ortak olmaya ille de çalışılmamalıdır. Farklılıların giderilemez olduğu konu ve alanlar, tartışma dışı bırakılmalıdır. BU durum, birlik olmak isteyen Müslümanların mezhep farklılıklarını geri ve özel plana aktarmalarını gerektirmesi türünden, bir demokrasidir.

Türkiye sosyalist solunun içinde farklı devrim stratejileri bulunmaktadır. Dikkat edelim bunlar “devrim” stratejileridir. Bu stratejilerin ayrım yerleri, bir tarafta demokrasi ve sosyalizm, öte tarafta, sınıfsal düzeyde, ne kadar “halk” ne kadar “sınıf” temelli mücadele edileceğiyle ilgilidir. Yoksa, artık ne Stalin sonrası SSCB, ne Mao sonrası Çin, ne de Hocacılık, pratik politik değeri olan sorunlardır. 1980 sonrası yayılan liberal virüs ise, sosyalizmi etkilemekten, bölmekten çıkmıştır. Ayrılan ayrılmış, sapan sapmıştır. 

Demokrasi ve sosyalizm ilişkisi üzerine, daha önce şu tespitte bulunarak, iki strateji arasında bulunan uzaklığı gidermeye çalıştık: Türkiye burjuva devrimini tamamlamış, ama demokratik devrimini ileriye götürememiştir. İleriye götürememiş olması, hala burjuva hukuk devletinin oldukça eksik ve kusurlu olması ile, tüm Türkiye ve bölgesinin elini kolunu bağlayan, malum Kürt Sorunu'nun tüm yaşamsallığıyla hala karşımızda duruyor olmasıdır. Burada, özellikle laiklik” sorunundan bahsedilmediği dikkatleri çekmelidir. Çünkü, laiklik hem ideolojik hem de politik olarak, kitleselleşmek isteyenler için “bölücü” bir tartışmadır ve “eşitlik” tartışması kapsamında ele alınmalıdır. Bu konuda daha önce yazmış bulunuyoruz ve yeri geldikçe daha da yazacağız.

Diğer stratejik ayrım ve farklılık konusuysa, ne kadar halk, ne kadar sınıf temelli politika yapılacağıdır? Kabul edilmelidir ki, sınıflar sadece devrimci dönemlerde billurlaşmış halde bulunurlar. Bu tür dönemler öncesinde, halk ve yığın içinde ekonomik kategorilerdir. Açıkça yazalım, sınıflar ekonomik düzeyde “saf” biçimde vardır ve zaten bu düzeye göre tanımlanırlar. Politik alanda, ideolojik alanda, sınıfları diğer toplumsal kesimlere karışmış biçimde görürüz. Hatta daha fazlasını. Farklı kesimler, gruplar, kimlikler, sınıfları “yatay” olarak keser. Daha önce yazdık daha da yazacağız. Şu kadarı yeterlidir ve birleştiricidir: İşçi sınıfı, politik alanda, genel olarak “yönetilen sınıf” ya da “yönetilenler” arasında bulunur ve “yaşar”. 

Lenin'in “halk” kavramı, kendi zamanı ve ülkesi için, “işçilerle köylüler”di. Leninizm'de sınıf ve halk kavramı ilişkili düşünülmüştür. Sorun, Maocu “halk” kavramının büyük ölçüde “köylülüğe” dayanmak zorunda olması ve bu nedenle halk devrimin “köylü devrimi” anlamına da gelmesiydi. Bu gün dünyanın büyük kısmında ve Türkiye'de, “köylülük” büyük ölçüde çözülmüş, dönüşmüş, tarihsel bir kategori olmaktan çıkmaya başlamıştır. Son olarak, Türkiye sosyalizmi için halk kavramını sorunlu hale getiren diğer nedense, malum Kemalist “halkçılık” kavramıdır. Bu kavram hem eski Rusya'nın Narodnizmininden, hem de, 1930'ların otoriterliğinden etkilenmiştir. Elbette yerel olarak, Türkiye'nin köylü bir toplum olmasından da.  

Demek istediğimiz şudur, ister halk ister sınıf ağırlıklı düşünüp yazalım, biz “yönetilenlerin” temsilcisiyiz, sözcüsüyüz, ya da, öyle olmalıyız. Yönetilenler de, ezici çoğunlukla, işçi sınıfı ve bu sınıfın uzantısı ücretli çalışanlardır. Elbette, yüksek ücretle çalışan ve “yönetici sınıf” içinde olanları kastetmiyoruz.

Bizi “stratejik” düzeyde demek oluyor, ayıran, bölen, temel sorunlar “kuramsal düzeyde” bulunmuyor. Öyleyse, ideolojik ayrımlar, kişisel, kısmi ve büyük ölçüde, anılarla düşünmekten kaynaklanıyor. Bu türden ideolojik ve psikolojik engeller, özellikle ve başta, sosyalist liderler, aydınlar tarafından, aşılmalıdır.

Ortak, federal sosyalist partinin merkezi, katılımcı partilerin üye sayısı, seçim performansı gibi ölçütlere göre oluşmamalıdır. Bu tür nicel farklılıkların politika üretme ve uygulama aşamasında kullanılacak enerjinin dağılımında önemli olması gerektiğini düşünüyoruz. Somut olarak, örneğin, Kürt sorununa harcanacak enerji zaten fazla olacağı için, HDP ve benzeri partilerin merkezde daha fazla oy gücüne sahip olması gereksizleşir. Sorun oy değil, enerjidir. 

Dışlayıcı ve otoriter Türkiye demokrasisinin sorunları, ne yazık, demokrat, liberaller, sosyal demokratlar önderlikle, çözülemez. Bu konuda zaten tartışma bile yoktur. Kemalizm ise zaten bir tarih konusudur. O da bizi ayıran bir konu değildir. Sınıf mı, halk mı? Bu soruysa, hem işçi sınıfının bugünkü durumu hem de köylülüğün zaten büyük ölçüde çözülmüş olması nedeniyle, “skolastik” bir tartışmadır. Halk derken zaten içi sınıfını, uzantılarını, öz olarak, yönetilen toplum kesimini anlıyoruz. 

Ayrım noktalarımız mı, sosyalist kuramcılar kuramsal düzeyde tartışsın. Ama, biz politika da yapmak istiyoruz değil mi? Tarz farklılığı mı? Daha mı militan, daha mı diplomatik, daha mı gürültülü, daha mı sakin olacağız? Söylem, simgeler, sloganlar nasıl kullanılacak? Bizi bölmemeleri kaydıyla, her söylem, simge, slogan! Ama, bu alan, ayrı bir ustalık alanıdır ve önerdiğimiz merkezle altında yer alan parti ve oluşumların karşılıklı kararına ve müdahalesine bağlıdır. Elbette elimizde ne olduğuna da ve nerede ne zaman politika yaptığımıza da. 

Önerilerimiz, ilk başta, sadece ortak seçim partisi düzeyinde olsun, zamanla ilerler, büyürüz. Bu ortaklıksa, 2019 seçimleri öncesi için olduğu kadar, sonrası için de geçerlidir. Hatta daha da. Erdoğan-AKP'si bir eşiktir, sonrasıysa, dönüşüm için mücadele!

Devam edeceğiz ve Marks'a yakışır biçimde, gelecek yazıda, bu konuya bir ara vereceğiz.