Birlik üzerine - II

Geçen yazımızda, ayrılıklarla ve “makro” düzeyde başladık. Hatta kısmen “yapısal” bazı açıklamlar da getirdik. Makro düzey, Uluslar arası sosyalizm içi bölünmelerdi. Ama, bu makro nedenler, yapısal nedenlerle biraradaydı. Sosyalist harekete, örgütlenmeye “küçük burjuva” unsurlar hakimse, bölünme kaçınılmazdır, dedik. Bunun yanında, sosyalizme, üç sınıftan biri, yani, köylülük, işçi sınıfı ve küçük burjuvazi,  ayrı, “ulusal görünümlü” bir bölünme etkisi daha yaratıyordu. Örneklerimiz, Avrupa komünizmi, Sovyetler’in Marksizm-Lenizmi ve Çin’in Maoculuğu idi. Sosyalizmin dayandığı sınıf çıkarları, diğer sınıflarla ve devletle, farklı ilişkiler yaratıyor, böylece, renkler ve çizgiler ortaya çıkıyordu. Bölünmeler yönelik bir diğer açıklamamız da, bizzat örgütlenme ve hareketin büyümesinden kaynaklanan, aslında örgüt liderliği ve psikolojisiyle ilgili dinamikti. Hareketin öncüleri arasında geçen mücadele ve kavga... Bu da mikro dinamiktir.

Birlik dediğimiz, ittifaktan öte bir durumdur. İttifakta, farklılıklar açık olup, geçici işbirliğine giriyoruz. Müttefikler kendilerini bütün içinde eritmiyorlar. İttifakların vadesi vardır ve bir süre sonra bitiyorlar. İttifakın en gevşek ve geniş haliyse, cephe olarak adlandırılıyor. Burada, müttefiklerin birbirlerine yönelik oldukça fazla “taviz” vermeleri gerekiyor. İdeolojik ayrılıklar bitiyor, politik bir birliktelik, yanyanalık oluşuyor. Ancak cepheler, büyük tarihsel düşmanlara karşı, genelde “savaş” durumlarında, gelişebiliyor. Faşizme karşı halk cephesi örneğinde olduğu gibi.

Modern demokrasilerde birlikteliklere en uzak biçim, aynı zamanda en yaygın olanı, seçim ittifakları ya seçimlerde verilen tek taraflı desteklerdir. Destek, hiç bir biçimde, ittifak değildir, birliktelik içinse, sadece bir “jest”, sadece bir “mesaj”dır.

Birlikteliklerin, ittifaktan fazla, hatta onun nitelik olarak ilerisinde olduğunu söyledik. Ünlü “işçi-köylü ittifakı” bile, adı üzerinde bir birlik, birliktelik, değildir. Ortak sınıf çıkarı nedeniyle biraraya gelinmiştir. Bilindiği üzere bu ittifak, en sağlam biçimiyle ilk Sovyet devriminde kurulmuş ve yine bu devrimin bir aşamasında da “bozulmuştur”. Bu türden bir sınıf ittifakı kurulması da bozulması gibi, iki farklı devrime işaret etmektedir.

Birlikteliklerin demek oluyor, ittifaktan daha fazla olması için, sınıflar arası, ideolojiler arası değil, “içi” olması gerektiği açık hale geliyor. Açıkça yazalım: Birlikte olmak için, aynı sınıf, aynı ideoloji, aynı zamanda zorunlu olmamamakla birlikte, aynı örgüt içinde olmak gerekiyor.

Bu yazıların amacı, en azından “birliktelik” ile “ittifak” arası bir konumun nasıl yaratılabileceği üzerine düşünmek ve önerilerde bulunmaktır.

Sovyet sisteminin 1980’lerin ortalarından itibaren çökmeye başlaması ve Çin’in kapitalist restorasyonda zaten ilerlemekte olması en azından Türkiye için, “makro” ayrımların bittiği anlamına geliyor. Ülkemizde sanıyoruz, artık Sovyetçilik, Pekincilik türünden ayrımların anlamının kalmadığı kabul ediliyor. Ayrımların tarihi üzerine yapılan tartışmaların, geleceğe yönelik yeni ayrımlara yol açacağını ise düşünmüyoruz. Türkiye’de 1960’ların ortasından itibaren geliştirilmeye çalışılan “sosyalist devrim” ve “milli demokratik devrim” tezleri bu gün hangi biçimde savunulursa savunulsun, ikisinin de geldiği “aşama”; politikada, ekonomide ve dış politikada, şu ortak gözlem ve tespitlere dayanmalı diye düşünüyoruz:

1) Politik düzeyde, Türkiye, demokrasisi, laikliği, hukuk devleti nitelikleri itibarıyla, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ile karşılaştırıldığında, oldukça geri bir “aşamada” bulunuyor;
2) Ekonomik düzeyde, Türkiye ekonomisi, hala ithalata bağımlı, “montaj” ağırlıklı, yetersiz döviz üreten zayıf “ihracat yönelimli” bir üretim yapısına sahip olup, hala tarihsel anlamda, “kalkınma” sorunu olan bir ülkedir. “Büyüme” tartışmalarıyla zaman kaybetmektedir;
3) Türkiye dış politikada, geleneksel ittifak ilişkileri İslamcı hükümet tarafından zedelenen, kısmen yıkılan, “yön” ve “taraf” sorunu yaşayan bir ülkedir. Türkiye'de, dış politika iç politikanın uzantısı olmuş, dış politıka iç politikanın merkezine yerleşmiş, iç-dış ayrımı kalmamış bir ülke haline gelmiştir.

***

“Sosyalist” ya da “milli demokratik” devrim tezlerinin ortak yönlerinin artmış olmasında tek neden sadece takibedilen sosyalist devletlerin her ikisinin de sosyalizm tarihlerinin bitmiş olması değildir. İki tezin savunucuları da, artık uluslararası bir “model”den mahrumdur. Eğer tarihsel modeller üzerine akademik tartışma tartışma yapılmıyorsa.

Türkiye'nin demokrasisi, ekonomisi ve dış politikası düşünüldüğünde her iki tezi savunanlar için ortak zemini şu “stratejik” tespitler oluşturabilir:

Türkiye “burjuva demokratik devrimini” sadece “burjuva devrimi” anlamında tamamlamış, “demokratik” anlamda eksik bırakmıştır. Nedeni hem Kürt sorununu olağan yöntemlerle çözememesi, hem de, 1960 sonrası sosyalist hareketin hızlı ve “korkutucu” yükselişidir. Bu iki sorunu çözememek, ya da “zorla” çözmeye çalışmak, geçmişte ve bugün olduğu gibi, sonrası için de yeni “belalar” getirecektir.

Türkiye burjuva devrimini tamamlamakla, sadece “burjuva iktidarını” kurmuş oldu. Ancak, burjuvazi, uluslararası güce sahip büyük devletlerin burjuvaziyle karşılaştırıldığında, “küçük burjuva” görünümündedir (Burada Marks’ın Fransız burjuvazisini İngiliz burjuvazisiyle karşılaştırmasını anımsayalım).
“Milli burjuvazi” her kapitalist ülkede vardır, ama, Türkiye’de mili burjuvazinin gücü ve büyüklüğü ile demokrasinin ilerletilmesinde alacağı rol konusunda bazı netliklere ulaşmak gerekir. Çünkü, “sosyalist” ve “milli demokratik” devrim ayrımlarının önemli bir nedenidir. İkinci maddede belirtildiği gibi, “Türkiye” burjuvazisi “büyük devletlerin burjuva sınıflarına göre”, “küçük burjuva sayılabilir. Ayrıca, hem millidir, çünkü esas sermaye birikimini “dışarıda” değil, “içeride” gerçekleştirmektedir, hem “kompradordur”, hala pek çok sermaye grubu “ajentalık” ilişkisi içindedir,  hem de “uluslararası” bağlantı ve ilişkiler kurmuş önemli “katmanlara” sahiptir. Ayırca, tıpkı sektörel ayrımlar gibi, burjuvazi tek bir parti ve ideolojiye sahip olmayıp, cografi olarak da i”homojen” değildir. Bunların yanında, uluslararası burjuvaziyle kurulan ilişkilere ve bağlantılı olduğu dış pazarlara göre, farklı dış yönelimlere de sahiptir.  Burjuvazi, işçi sınıfı gibi, bir sınıf olarak “homojen” değildir. Daha açık yazalım, Türkiye’de “bağımlılık”tan çıkarı olan burjuvazi de vardır, olmayanı da. Hem pratikte hem kuramda, daha bilimsel ve daha önemli bir nitelik de, şudur: Burjuvazi sahip olduğu sermayeyle, “hareket” etme yeteneğindedir. İstediğinde, yer, sektör ve “kimlik” değiştirebilir. 

Hem sosyalist devrim hem de milli demokratik devrim ayrımının anlamsızlaşması, bizi “yerel” (isteyen milli, isteyen, bölgesel, isteyen ulusal, diyebilir) özelliklere sahip sosyalizm kavrayışına götürür. Ancak, gelecek devrimin stratejisinde en önemli ögemiz, işçi sınıfıdır. Bu sınıfın neden homojen olmadığını açıklarken, sadece burjuvaziyle ilgili olarak yukarıda yazdığımıza bakılabilir. Bu sınıf da, yer, kimlik, sektör biçiminde farklılaşmıştır. BU sınıfın burjuva sınıfndan en önemli farkı, sermayenin sahip olduğu “mrkansal” hareketliliğe sahip olmaması, hareketinin sermaye hareketine bağımlı olmasıdır. Ayrıca, işçi sınıfı, görece mekansal hareketsizliği nedeniyle, “ulusal”, “bölgesel”, “yerel” karakterlere sahiptir.

İki devrim tezi ya da stratejisi içinde, işçi sınıfını zayıf ya da güçlü görmek, ya da, aynı nedenle, harekete “sınıf öncülüğü” yapıp yapamayacağı tartışması da, artık tarihsel anlamını kaybetmiştir. Sorun artık, örgüt ve dışarıdan bilinç sorunu dışında bir şey ifade etmiyor. Ama, paradoksumuz şudur: İşçi sınıfı nicelik ve üretkenlik seviyesi açısından güçlü olmakla birlikte, sınıf hareketini yaratabilecek ve kendine “sınıfsal” anlamda “öncülük” yapabilecek ideolojiye ve örgüt olanağına sahip değildir. 

Yukarıda “tez” olarak yazdıklarımız geliştirilip daha “incelmiş” hale getirilebilir. Ancak yazdıklarımız açıkça bizi şuraya yönlendiriyor:
Türkiye’de ihtiyaç, Aristoteles gibi yazalım, bir altın oran, golden mean, bulmaksa, bu oran, Lenin ve halk, kitle ile sınıf arasında bulunmalıdır. Böyle bir olanak, Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 seçim başarısının hemen arkasından yakalanabilirdi. Yakalanamadı. Ancak, o türden bir konjonktür bir daha olamayacak olsa da, gerekli “altın oran”ın nasıl olacağı o dönemde ortaya çıkmıştır.

Bu altın orana, Leninist bir Türkiye İşçi Partisi diyelim şimdilik. Ama, her ikisi de, Lenin de, Türkiye İşçi Partisi de, yenilenmiş ve yepyeni bir “altın oran” içinde, birleşmiş halde. Daha açık ve somut, hatta kişi zikrederek yazalım: Mehmet Ali Aybar ile Mihri Belli'nin parti yönetiminde olduğu, Dev-Genç muhalefetinin partinin içine alınabildiği, belki bu nedenle de, Mahirlerin, Denizlerin kendi “ordularını” kurma gereği duymadıkları bir Leninist TİP.

***

Yazıyı okuyanların bir kısmı “ne bu saçma-lık”, diyecektir, biliyoruz. 
Ama, amacımız, “birliktelik”tir.  “Saçma-lıklar” birliğe yol açarsa, neden olmasın?

***

Devam edip daha da açacağız.