Birleşik Haziran Hareketi eleştirilemez mi?

Birleşik Haziran Hareketi  yürüyor, ilerliyor. Hareketin başından bu yana belirtiyoruz: bu hareket inşa halinde ve bu inşaya el vererek, katkı vererek hareketi genişleteceğiz, büyüteceğiz ve dinci-yağmacı diktatörlüğü püskürteceğiz. Kendisini inşa ederken yeni, halkçı ve laik-demokratik bir cumhuriyeti de inşa edecek bir hareket için yoldayız.

Eksikleri, yanlışları, eleştirilecek yanları elbette olacak. Tüm bunları dostça göreceğiz, birlikte değerlendireceğiz; daha iyisini, daha örgütlüsünü, daha direngenini inşa etmek için çabalayacağız.  Bu açıdan hareketin eksik, yanlış ya da zamansız görülen hamlelerine dair her tür dostane eleştiriyi ciddiye almalıyız. Hareketin gücü eleştirilmemesinden değil, eleştirilmesinden gelecek.

-----------------

Başlangıç’ın hafta başında internet sitesinde yayınladığı “Başlangıç Neden ‘Birleşik Haziran Hareketi’nde Değil” başlıklı metni de bu gözle okudum, bu gözle değerlendirdim.  

Diğer taraftan karşımızda bugün için bu hareket ile birlikte olmamayı seçme kararını politik olarak açıklayan, politik tahlil ve eleştirilerle haklılaştırmaya çabalayan bir metin var. Bu metne BHH adına yanıt vermek niyetiyle yazmıyorum bu satırları. Bu metnin politik dil ve argümanlarının eleştirisi için yazıyorum.  Zira sadece Başlangıç’ta görmediğimiz, zaman zaman farklı yerlerde, farklı sözcüklerle karşımıza çıkan benzer birkaç tez barındırıyor metin; bu tezlerin tartışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu sayede daha sağlıklı bir Türkiye siyaseti okuması yapabileceğimizi, daha sağlıklı bir siyasal tartışma ve mücadele yürütebileceğimizi söyleyebiliriz.

------------------

3 temel politik önerme üzerinde yoğunlaşarak bu eleştirilerimi açayım.

1) Metin öncelikle Birleşik Haziran Hareketi’nin laiklik mücadelesini yükseltme, laiklik mücadelesini diktaya ve yağmaya karşı mücadelede asla geriye düşürülemeyecek bir mücadele gündemi olarak ön sıralara alma kararını gerçekçi bulmadığını açıklayarak başlıyor. Gerçekçi olmaması da iki gerekçeye dayandırılıyor. Bunlardan birincisine “toplumu iki kampa bölmek ve böylelikle kendi iktidarının devamlılığını sağlamak AKP’nin temel stratejisi” saptaması temel yapılıyor ve böylece “laiklik mücadelesine dayalı bir toplumsal-siyasal saflaşma tarif edersek AKP’nin stratejisine katkı yapmış oluruz” denmiş oluyor.

Buraya itirazım şudur: bütün hegemonya stratejileri özünde bir dost-düşman kamplaşmasına dayanır ve bu kamplaşmayı dayatarak projesini tahkim eder. Mesele bu ayrımın taktiksel mi yoksa stratejik mi olduğudur. Ya da daha açık bir ifadeyle; AKP dinciliği sadece toplumsal anlamda desteğini korumak için, taktik amaçlı olarak mı öne sürmektedir; yoksa dincilik ve dinselleşme AKP’nin sınıfsal-siyasal gündeminin içinde, ayrıştırılamaz bir stratejik gündem maddesi midir? Bu soru önemlidir. Eğer AKP’nin sadece tabanını konsolide etmek ya da iktidarda kalmak için dinselleştirme/dincilik gündemini öne sürdüğünü düşünüyorsanız, bu durumda yanıtınız “biz o topa girmeyelim, onun gündemi değiştirmesine izin vermeyelim” olur ve laiklik mücadelesini de bu açıdan öncelikler listesinden çıkarırsınız.

Yok eğer AKP’nin dinselleştirme hamlelelerini sadece tabanı konsolide etmeye ve toplumu bu temelde iki kutup olarak ayrıştırarak iktidarını sürdürmeye yarayan bir taktik olarak değil de, topluma, toplumsal yaşama giydirilmek istenen yeni elbise, halkı denetleme aracı olarak inşa edilen bir pratik olarak görüyorsanız, o zaman bunun bir taktik değil strateji olduğunu, AKP’nin dinsel temelde yeni bir rejim inşa etmekte olduğunu ve sınıf ilişkileriyle Saraycı despotizmin bu dinsel özden bağımsız olarak asla ele alınamayacağını da kabul eder ve bu mevzide “biz yokuz” demek yerine “hodri meydan” diyerek barikata girmeyi seçersiniz. BHH ikincisini yapıyor; dincilik ve dinselleştirme hamlelerini AKP’nin tabanı tutma ve iktidarda kalma taktiği olarak görmenin ötesinde, bir strateji olarak görüyor ve stratejiye stratejiyle, çekinmeden, utanmadan, sıkılmadan “hodri meydan” diyerek yanıt vermeyi seçiyor.  AKP’nin din üzerinden inşa ettiği moral-politik projenin karşısına laik bir yaşam önerisiyle çıkmamak hem AKP’nin dinci gündemini silikleştirmeye, önemsizleştirmeye; hem de AKP’yi klasik bir merkez sağ parti düzeyine indirerek politik gerçeklikle bağını koparan tahlillere kapı açıyor. Bu kapıdan gidilecek yer ise, tam da AKP’nin istediği  durak oluyor; “dinciliği görmeyelim, laiklik mücadelesi vermeyelim, AKP’nin ekmeğine yağ sürercilik”, en sonunda ekonomik-korporatif çıkarlar alanındaki mücadelelere hapsolmaya ve AKP’nin dinci politik hegemonya projesi karşısında pasif bir rıza göstermeye kapı açıyor. Bu açıdan “gerçekçi” bulmama eleştirisinin gerçeklikle, somut durumla bağı sorunlu. “Dinciliği eleştirmez, laiklik demezsek AKP’nin denetlediği emekçi sınıf kesimleriyle ilişkilenememe sorunumuz da ortadan kalkar” tarzı, merkez soldan liberal sola kadar sirayet eden; emekçi sınıflarla bağ sorununu “halkın değerleri” kriterine indiren, maddi ilişkilerden kopuk hegemonya analizlerinin bir versiyonuyla daha karşı karşıyayız. “Laiklik topuna fazla girmeyelim”in özünde bu okuma hep görünür oluyor. Bu bir yanılgıdır; bu çekingenlikle, “AKP bunu kullanır” diyerek laiklik topuna girmemek; en baştan İslamcı hegemonyanın zaferini kabullenmiş bir zeminde konuşmaya, bu hegemonyayla hesaplaşmadan “sınıf mücadelesi” yürütmeye kapı açmaz mı? Bu soru da anlamlıdır.

2) Aynı yazıda BHH’nin dincilik karşısında laikliği ve laik bir yaşamı örgütleme vurgusunun gerçekçi bulunmadığına dair bir başka ilginç gerekçe/eleştiri bulunuyor, şöyle deniyor: “gerçekçi değildir, zira bu alan “siyaseten” hiç de boş değildir. Yani sosyalist sol bu alanda kendi başına at oynatamayacaktır.”

“Gerçekçi değil, çünkü bu alan boş değil”. Yazının siyaseten en sorunlu saptaması sosyalist gerçekçilikle bağın en kopuk olduğu bu cümlede gizli görünüyor. Şöyle ki: bir siyasal mücadelede yığınak, o alanda söz söyleyenlerin sayısıyla, niceliğiyle değil; saldırının ve saldıranın niteliğiyle ölçülür. Bu nitelik/karakter karşısında doğru teşhis, sözümüzü de pratiğimizi de alanda söz söyleyen diğer unsurlardan elbette ayıracaktır. Fakat bir talebi mücadele gündemine sokan kriter olarak saldırının güncel karakterine, hayatın ve pratiğin dayattığı somut ihtiyaçlara bakmak yerine; “o alanda başka söz söyleyen var mı, yok mu?” sorusuna yaslanmak, ne zamandır gerçekçilik oluyor? Gerçekçi olmama eleştirisi yaparken, gerçeklikle bağı da koparmamış olmak gerekiyor.  Kıymetli arkadaşlarımızın bu “gerçekçilik” kriterine göre en gerçekçi sosyalist mücadele gündemi, o alanda hiç söyleyenin olmadığı “steril” bir alanın bulunmasıyla başlayacak; elbette bulunur; fakat mesele hiç söz söylenmemiş ya da yalnız olacağımız, tek olacağımız bir mücadele gündemi bulmak değil; mesele yalnızlığı aşacağımız, tek olmayacağımız, dayanışma ile birleşik bir hat içinde en gerçek, en hayasız saldırıları geldiği yerde göğüsleyebileceğimiz bir stratejinin bulunmasıdır. Emin olalım, BHH kendi sözünü ve mücadele direncini sahada gösterdikçe, arkadaşlarımız da bir mücadele gündeminin gerçekçilik kriterinin “steril” mücadele sahaları bulmak yerine, en zorlu sahalara çıkıp diğer rakipler karşısında kendi oyununu kurmayı, kendi dilini ve pratiğini inşa etmeyi başarmak olduğunu anlayacaklardır.  Gerçekçilik, eski rejimin  siyasal tahlilleri, kalıpları ve tanımları içinde kalmak yerine, kavramların bugün kazandığı devrimci içerikle sınıf mücadelesini ilişkilendirebilecek müdahaleleri yaptığımız oranda sosyalisttir. Bu açıdan “cumhuriyet” demeyelim “Kemalist” derler, “laiklik” demeyelim, statükocu derler; AKP kullanır” dediğimiz için; “başkaları nasıl kullanır, algılar?” diyerek laiklik, cumhuriyet gibi mücadele alanlarından çekildiğimiz için, sosyalist solun ihmallerinin de neticesinde “bu alanda, bizim dışımızda at koşturanların sayısının bu denli çoğalmış” olabileceği de nedense akla gelmez.  O alan bu kadar çok rakiple dolu diye oradan çekilmeyiz. Bilelim ki Türkiye’nin ilerici, sol, sosyalist, demokratik siyasetleri bu alanı ihmal ettiği, mücadele gündemiyle harmanlayarak devrime katmadığı oranda da o alan doldu. Tersten okumak yararlıdır.

3) Bu tezlerin devamı var. Bu stratejinin gerçekçi olmadığı belirtildikten sonra, yanlışlığına da işaret edilmiş. Yanlışlığı ise sosyalist solun kendi mücadele gündemini oluşturabileceği ayrı bir siyasal-ideolojik pozisyonun inşa edilmesi görevinin BHH tarafından ertelenmiş olduğu tezine dayandırılıyor.  Burada da yine “steril” bir siyaset, “kendi sahamızda top çevirme” arayışı/mantığı hakim; oysa hegemonya kendi sahanda kalmaktan ziyade; kendi gündemine farklı öfke enerjilerini katmak; farklı öfke enerjilerinin açıkta duran uçlarına politik müdahaleyi yükselterek örülüyor. BHH daralmayı değil, genişlemeyi önüne gündem olarak koyan bir hareket.  Bu açıdan “iki kamp var, biri AKP, diğeri de laik statükocu güçler; bunların arasındaki kamplardan birine dahil olunuyor” demeye getirmek; yine mevcut/somut Türkiye siyasetinin geldiği yeri, rejimin yeni karakterini okumakta da dostlarımızın sıkıntı yaşadığını gösteriyor.  BHH Türkiye’de AKP eliyle yeni bir rejim kurulduğunu; bu rejimin dinci bir saray despotizmi temelinde yapılandırıldığını ve rejimin düzeniçi muhalefet aktörleriyle de uyumlu hale getirildiğini saptıyor. Bu açıdan dinciliğe karşı laiklik; saray despotizmine karşı yeni bir cumhuriyet vurgusu ya da savunusu iki kamptan birine dahil olmak anlamına gelmiyor; aksine kamplardan ikincisinin de laiklik ve cumhuriyet mücadelesinde kendi değerlerine ihanet halinde olan siyasal-sınıfsal aktörler tarafından ele geçirilmiş olduğunu saptıyor.  Türkiye hakim sınıfları, siyasal aktörleri bugün dincilik ve saray despotizmi karşısında burjuva demokratik devrimlerden gelen sınırlı laiklik, yurttaşlık ya da cumhuriyet kazanımlarını savunmuyorsa, bu durumda sosyalistlerin görevi “bunlar onların işi” diyerek çekilmek değil; emeğin, halkın, örgütlü mücadelelerin önünü açacak laiklik, cumhuriyet ve yurttaşlık mücadelesini de yükseltmek ve bu mücadelelerin politik karakterini/hedefini/birliğini halkçı/emekçi mücadele alanlarıyla ilişkilendirmek; enerjilerini birbirine katmak, yüzlerini birbirine döndürmek oluyor.  Bu açıdan laik ve halkçı bir cumhuriyeti inşa mücadelesini “iki kamptan birine angaje olmak, kendi pozisyonunu inşa edememek” olarak tarif eden siyasal okuma, ne yazık ki Türkiye’yi, kavramları, kamplaşmaları ve mücadele gündemlerini hala 90’ların siyasal gözlüğüyle ele alıyor; bu mücadelede kendi siyasal-ideolojik pozisyonumuzu oluşturabileceğimize dair bir özgüvenden ise epey mahrum görünüyor.

Dediğim gibi, yol uzun; mücadele sürüyor. İnşa halinde bir harekete görüşlerini, eleştirilerini iletmek ve yanıtlarını alarak, önerilerini yansıtarak katkı vermek yerine “yokuz” demekten midir bilinmez; Başlangıç’ın eleştirilerinin politik karakterinde epey sorunlu ve çelişkili yan bulunuyor.

@denizyildirim79