Birikmiş üniversite kitapları

Neyse, bu yazıyı hazırlarken yine yeni bir şey öğrenmediğimi fark ettim. Sanırım üniversite politikası kitaplarını takip etme işini ciddi ciddi gözden geçirmem gerekiyor.

Sanırım daha önce bahsetmiştim; kitaplığımda bulunan, okuduğum üniversite/bilim politikası konulu kitapların sayısı 2500 civarında. Halâ almaya ve okumaya devam ediyorum ama gerçeği söylemek gerekirse ne eskisi kadar keyif alıyorum ne de yeni bir şey öğreniyorum. Dahası, hem artık üniversite kitaplarının sürekli piyasacılıktan söz etmesinin canımı sıkması bir yana-çünkü üniversiteye geri döneceğimiz konusundaki düşüncemi henüz koruyorum-hem de sevmediğim bir durum olan "Koleksiyoncu mu oluyorum?" kaygısını taşıyorum. Acaba diyorum, üniversite politikası okumaya bir son mu versem?

Evet, artık bir karar verme zamanı yaklaşıyor ama öncesinde "okumadığım kitaplar" rafımda duran üniversite kitaplarının bir bölümü hakkında kısaca yazayım diyorum akademinin halini de yansıtır aynı zamanda diye.

Bir süredir kimi akademik çalışmalar, özellikle tezler ama daha çok doktora tezleri, kitap olarak basılıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu olumlu bir gelişme; bir yazıyı okurken kaynaklar kısmında "yayımlanmamış tez" ifadesini görüp istesem de kaynağa ulaşamama sıkıntısını çokça yaşamış birisi olarak çalışmaların kitapçılarda bulunabilir hale gelmesi beni sevindiriyor. Diğer yandan tez veya araştırma raporu yazımı ile kitap yazımı arasındaki ayrımı düşünmeden doğrudan basmak da başka bir sorun. Her biçimin okurundan kaynaklanan ayrı bir okuma dinamiği olduğunu unutmamak gerek.

Ali Rıza Erdem’in Kar Amacı Gütmeyen Devlet Üniversitelerinde Stratejik Planlama isimli kitabı doktora tezinin kuramsal kısmının güncellemesiyle oluşturulmuş. Çalışmada üniversite içi ve dışından 227 kişiye uygulanan anketle Pamukkale Üniversitesini nasıl algıladıkları sorulmuş ve yanıtlar yorumlanmış. H. Nur Görkemli ise Yükseköğretimde Uluslararasılaşma ve Kültürlerarası İletişim çalışmasında yine anket yöntemiyle Selçuk Üniversitesine öğrenci değişim programlarıyla gelen veya giden öğrencilerin (220 kişi) hoşnutluk düzeylerini araştırmış.  İki çalışmaya da çok emek verilmiş ama doğrusunu söylemek gerekiyorsa bu tip çalışmalar bana yıllardır televizyonlarda yayınlanan, “Yüz kişiye sorduk…” diye başlayan "Aileler Yarışıyor" programını (Amerikan "Family Feud" uyarlaması) anımsatıyor. Elde edilen veya elde edilmesi beklenen sonuçların bilime bir katkısı olamaz. Yapılmasın demiyorum ama bilimsel çalışma başlığı altına alınmamaları gerektiği kanısındayım. Belki üniversitelerin ilgili birimleri "Kendimizi yeterince ifade edebiliyor muyuz?" diye böyle bir anket yapabilirler ve sonuçlarını kendilerini değerlendirme için kullanabilirler ama o kadar; daha fazlası değil, hele bilim ve/veya tez hiç değil.

Künye: Kar Amacı Gütmeyen Devlet Üniversitelerinde Stratejik Planlama. Ali Rıza Erdem, Gece Kitaplığı, 2020. Etiket fiyatı 63 TL.

Künye: Yükseköğretimde Uluslararasılaşma ve Kültürlerarası İletişim. H. Nur Görkemli, Çizgi Yay., 2019. Etiket fiyatı 38 TL.

Diğer yandan, her iki çalışmanın konusunun üniversitelerin piyasalaşmasının bir bileşeni olan Bologna Süreci’nin ürünü olduğunu da söylemekte yarar var. Zaten yazarlar da çalışmalarının kuramsal kısmında bu durumu belirtiyorlar. Erdem’in kitabında üniversitelerin “bir an önce ekonomik gelişmeye ve yeni iş olanakları bulunmasına katkısı” beklentisi ve “üniversitelerin kendi kaynaklarını yaratıp, bulunduğu piyasa koşullarına dikkate alarak” (s.13) vurgusuyla değişmenin ne yönde olduğu söylenerek stratejik planlamayla bağlantısı kuruluyor. Lafı gelmişken son dönemin moda kavramlarından "stratejik planlama"nın da sosyalizmin merkezi planlamasına karşı geliştirildiğini söylemeliyim; elbette özünü bütünüyle değiştirerek, iş birliğini rekabete dönüştürerek.

"Uluslararasılaşma" da yine bir piyasalaşma kavramı. Düşünün, bağıl olarak en fazla yabancı öğrencisi olan KKTC üniversitelerinin bilim ve/veya eğitim alanında bir başarısını anımsıyor musunuz? Ama KKTC ekonomisindeki önemini de bilmeyen yoktur sanırım. Diğer yandan işin başka bir yönü daha var; ABD yıllardır, burslarla ülkesine öğrenci getirir ve bu öğrencilerin bir kısmına sonrasında da ciddi destek sağlar. Örneğin Fulbright bursuyla ABD’ye gidenlerden 87 tanesi ilerleyen yıllarda ülkelerinin devlet başkanı olmuşlar. Zaten ABD’nin de burs vermedeki amacı bu değil mi? Türkiye’den bu bursu alanlar listesine bakıldığında Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Abdullah Gül, Turgut Özal, Ali Babacan isimleri hemen dikkat çekiyor. Üstelik tek burs da Fulbright değil, başkaları da var. Artık ötesini siz düşünün. 

Canan Ünvan’ın doktora tezinden üretilen Türk Üniversitelerinde Bologna Süreci. Uygulamaları ve Geleceğe Bakış kitabında sadece anket yapılmamış, 31 yükseköğretim kurumunun sitelerinin Bologna Süreci konusunda ne derece bilgi verdikleri değerlendirilmiş, ayrıca dokuz uzmanın da görüşlerine başvurulmuş. Yazarın da belirttiği gibi çalışmada önemli sayıltılar var. Sayıltı, İngilizce "assumption" sözcüğüne karşılık olarak "Bir araştırmada, araştırma sürecini ve sonucunu önemli ölçüde etkileyeceği düşünülen, doğruluğu kanıtsız varsayılan önerme, araştırıcının kabulleri" anlamına gelen güzel bir sözcük. Unvan, anketi yanıtlayanların "içten olacağı" ve "gerçek durumu yansıttığı" sayıltılarıyla çalışmaya başlamış ki bence çok önemli bir sorun. Bunların sonuçları bozmayacağını biz de kabullensek bile üstteki çalışmalar için de söylediğim gibi, verileri bilime katkı olarak değil ancak Avrupa Birliği’ne "Türkiye’de böyle tanıtılıyorsunuz." diye rapor olabileceğini düşünüyorum, daha fazlası değil.

Künye: Türk Üniversitelerinde Bologna Süreci. Uygulamaları ve Geleceğe Bakış. Canan Ünvan, Nobel Yay., 2020. Etiket fiyatı 40 TL.

Daha genel bir bakış için 2015 yılında düzenlenen II. Yükseköğretim Stratejileri ve Kurumsal İşbirliği Sempozyumu kitabını aldım. Kitapta yüzün üzerinde bildiri metni var. Hepsini okudum diyemeyeceğim, bazıları gerçekten çok sıkıcıydı ama hepsinin en azından özetini okudum. Sempozyumun isminden beklenenin aksine tüm bildiriler üniversite ile ilgili değildi. Örneğin, bildirilerden bir tanesinin başlığının "İlçe Belediye Çalışanlarının İş Tatmin Düzeyleri" olduğunu söylemem yeterli olur sanırım. Üniversite ile ilgili olanlarında çoğunluğunu "Piyasada nasıl tutunabiliriz?" tarzı çalışmalar oluşturuyor. Bana kalırsa doçentlik yükseltmeleri için yayınlanmış bir kitaba benziyor; puan kazandırmak için hazırlamışlar gibi. Gördüğüm kadarıyla hiç birisinin ciddi bilimsel bir yerde yayınlanma şansı yok. Sadece akademinin halini görmek için bakılabilir, o kadar.

Künye: II. Yükseköğretim Stratejileri ve Kurumsal İşbirliği Sempozyumu. Eğitim Yay., 2015. (Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.)

Türkiye’de üniversitelerin piyasalaşmasının ilk adımı 12 Eylül Darbesi'nin hazırladığı YÖK Yasası sonrası kurulan ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent ile atılmıştı. Mütevelli Heyeti başkanı ve rektörü, YÖK’ün de ilk başkanı olan İhsan Doğamacı’ydı. Her ne kadar vakıf üniversitelerinin kâr amaçlı olmadıkları söylense de, pratikte bunların özel üniversite olduklarını hepimiz biliyoruz. Ramazan Aydın’ın yazdığı Vakıflar ve Yükseköğretim kitabında, yorumlarına katılmasam da konuyla ilgili gerekli bilgilere ulaşılabileceğini söylemeliyim. Görünen o ki, ciddi bir müdahale olmazsa Türkiye yükseköğretim sisteminin bütünüyle özelleşmesi kaçınılmaz gibi. Dediğim gibi yorumlarına katılmıyorum ama ABD’de bütün sistemin pazara ve rekabete dayandığının verilerini ve genel olarak Türk toplumunda tarihsel vakıf sistemiyle ilgili ayrıntılı bilgileri kitapta bulmak olası. Doğu tipi feodalizmde (Asya Tipi Üretim Tarzı demiyorum) eğitim sisteminin vakıflara dayanmasının bir tercih değil, ekonomik ve siyasi yapının getirdiği bir zorunluluk olduğunu söylemeliyim. Belki ileride başka bir yazıda bu konuyu tartışırız.

Künye: Vakıflar ve Yükseköğretim. Ramazan Aydın, ODTÜ Yay., 2019. Etiket fiyatı 17 TL.

Gelinen noktada kamu üniversiteleri de yaşayabilmek için piyasayla bağlantı kurma zorunluluğu hissediyor. Cumhuriyet Üniversitesinin bu yöndeki çabaları Üniversite-Şehir-Sanayi İşbirliği Çalıştayı ve kitabıyla anlatılıyor. Yeni bir şey yok bence.

Künye: Üniversite-Şehir-Sanayi İşbirliği Çalıştayı. Cumhuriyet Üni. Yay., 2015. (Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.)

Hani bunları yazınca, eskiden işler çok iyiymiş de sonradan bozulmuş gibi algılanmasın. Evet, son yirmi yılda bozulmanın ivmesi çok arttı, hemen her konuda olduğu gibi akademi de tepetaklak oldu ama dediğim gibi akademide bozulmanın başlangıcı 12 Eylül darbesidir. Yani kırk yılı aşkın bir süredir geriye doğru gidiyoruz. Dokuz Eylül Üniversitesi'nin 1989-1990 Öğretim Yılına Başlaması Nedeniyle Rektör Prof. Dr. Namık Çevik'in Açış Konuşması’nı okuduğumda rektörün bütün enerjisini bina yapımına ayırdığını gördüm. Sanki rektörün akademik yıl açış konuşması değil de müteahhidin raporu gibi. Anımsatayım, bu inşaatların tümü o tarihlerde de ihale ile piyasaya veriliyordu. Seksenli yılların sonunda böyle bir açış konuşması olursa 2020’lerde de yukarıda bahsettiğim çalışmalar yapılır.

Künye: Dokuz Eylül Üniversitesinin 1989-1990 Öğretim Yılına Başlaması Nedeniyle Rektör Prof. Dr. Namık Çevik Açış Konuşması. DEÜ Yay., 1989. (Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.)

Neyse, bu yazıyı hazırlarken yine yeni bir şey öğrenmediğimi fark ettim. Sanırım üniversite politikası kitaplarını takip etme işini ciddi ciddi gözden geçirmem gerekiyor.