Bir tartışmanın sonu: Halkçılık

Geçtiğimiz iki haftada halkçılık kavramı etrafında dönen bir tartışmayı ilerletmeye çalıştık. Bu yazıyla, kuşkusuz, tartışmanın sonunu getirecek değiliz, ancak bir başlangıç için yeterli olduğunu düşünüp nihayete erdireceğiz.

Halkçılık kavramının, hem bir siyasal kültür olarak hem de bütünlüklü bir mücadelenin toplumsal görünümü olarak işlevine değinmiştik. Ancak, sadece hayatta değil, teoride de hiçbir şey niyetlerle gerçekleşmiyor. Dolayısıyla, ortaya bir niyet konduğunda, bunun için gerekli işlemlerin de belirtilmesi şart oluyor.

Henüz bir kavram olarak halkçılığı tartıştığımız için, ne tür işlemlere ihtiyacımız olduğu konusunda kavramsal düzeyde kalmaya ve yanıt aramaya devam edeceğiz.

Bu açıdan iki nokta öne çıkacak: halkçılığın teorik açıdan içerilebilmesi ve halkçılığın bir siyasal kulvar olarak inşa edilebilmesi.

***

Halkçılık ve ilişkili kimi kavramların (örneğin, popülizm) nasıl tanımlandığı ülkeden ülkeye ve dönemden döneme farklılık göstermiştir. 

Bu tanımlar ya da anlamlar arasında en yaygın olanlarından biri, halkçılığı bir tür anti-elitizm olarak kavrayan ve asıl olarak sağ/faşist hareketlerde gözlenen yaklaşımdır. Dahası, halkçılığı, anti-elitizm olarak anlayan yaklaşımlar, toplumu farklı sınıflar arasındaki bölünme ekseninde değil, elitler ve halk olarak kavradığı için açıkça egemen sınıfların çıkarlarına hizmet etmektedir. Kapitalizmin neo-liberal diskurunda ise halkçılık ya da popülizm, oy ve destek arayışındaki siyasetçilerin kitlelerin istek ve beklentilerini karşılamaya yönelerek mevcut ekonomik politikalardan taviz vermesi olarak tanımlanır ve neredeyse düzen siyasetinin en büyük suçu gibi muamele görür. 

Başka tanım ya da yakıştırmalar da çıkarılabilir elbette. Ama önemli olan, kavramın marksist bir siyasal programın içine nasıl yerleştirileceğidir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu yerleştirme biz öyle istiyoruz diye öyle olmayacağına göre, bunun için uygun yeri açmak ve uygun bağlantıları kurmak zorundayız.

Bunun için en uygun yerin ve ilişkinin mülksüzleşme olduğunu söylemekte bir sakınca olmasa gerek. Burada mülksüzleşme kavramını iki anlamıyla da korumak mümkündür. Bir yandan, kapitalist sömürünün vahşice yayıldığı bir dönemde işçi sınıfının giderek daha da yoksullaştırılması ve toplumun görece müreffeh kesimlerinin de işçi sınıfı saflarına doğru itilmesi, yani proleterleşme anlamında mülksüzleşme söz konusudur. Öte yandan, kamusal mülkiyetin ve halkın ortak varlıklarının gerek özelleştirmeler gerekse yağma ve talan politikaları ile halktan koparılması anlamında bir mülksüzleşmeden bahsetmek gerekmektedir.

Üstelik, mülksüzleşmenin bir kerede olup biten bir olay değil, kapitalist üretim tarzının devinimi içerisinde sürekli yeniden gerçekleşen/genişleyen bir süreç olduğunu hesaba kattığımızda, mülksüzleşme üzerine bina edilen halkçı bir siyasetin süreklileşmiş bir mücadele tarzını doğuracağı doğaldır. 

Mülksüzleşmenin kapitalist sömürü ve egemenlik ile dolaysız bağları ise, bir halkçı siyasetin sınıfsal kimliğini ve perspektifini garanti altında tutacaktır. Son olarak, mülksüzleşme olgusunun halkçı bir yaklaşımın yerleştirileceği yer olarak saptanması, halkçılığın sadece bir kültür ve tarz olarak (ki bu da son derece önemli ve ihmal edilmemesi gereken bir boyuttur) anlaşılmasını da önleyecektir. Bu açıdan, marksist bir siyaset için halkçılık kavramının kullanımı, ancak mülksüzleşme eksenine tutturulduğunda mümkün olacaktır.

***

Gelgelelim halkçılığın bir siyasal kulvar olarak inşa edilebilmesi hala biraz çaba gerektirmektedir. Zira, mülksüzleşmenin yanı sıra, kimi siyasal ve ideolojik başlıklar da aktif birer mücadele başlığıdır ve aynı halkçı yaklaşımın bu başlıklarda da üretilmesi kaçınılmazdır.

Konu mülksüzleşmenin ötesine geçip siyasete, hele hele ideolojiye geldiğinde halkçılık da daha fazla bir doku veya renk olarak algılanmaya müsait hale geliyor. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi, konunun kültürel ve ideolojik boyutlarının önemini reddetmesek de halkçılığın aynı zamanda bir siyasal program ve somut talepler dizgesi halinde inşa edilmesi gerekmektedir.

İşte bunun için de genel olarak demokrasi ile liberal düşünce arasındaki bağların koparılması, liberalizmin demokratik haklar ve talepler alanından dışlanması gereklidir. 

Burada demokrasi ile kast ettiğimiz, esasında sosyalizm-öncesi talepleri (seçim güvenliği, yargıda adalet, temsil hakkı, basın özgürlüğü vb.) ifade etmektedir. Bu demokratik taleplerin liberal düşünce ile bağlarının koparılması ise, bunların bir burjuva rejiminin olağan unsurları olduğu inancını yok etmektir. Bu başarılabildiği, yani demokrasi ile liberal düşünce arasındaki bağlar koparılabildiği takdirde, bu tür demokratik haklar için mücadele ile sosyalizm mücadelesi de örtüştürülebilecektir.

Diğer bir deyişle, günümüz toplumlarının ihmal edilemeyecek ölçüde kitleselleşen demokratik haklar sorunu, demokrasinin liberal düşünce ve kapitalist egemenlik biçimi ile ilişkisi koparılıp atıldığında bir sosyalizm ve devrim sorununa dönüşebilecektir.

***

Sonuç olarak, üç yazıdır sürdürdüğümüz ve birçok boyutuna notlar halinde değindiğimiz halkçılık tartışması, gerek mülksüzleşme açısından gerekse demokratik haklar açısından ele alındığında, sosyalist hareketin ve sınıf mücadelesinin dolaysız bir başlığına dönüşebilir.

Bu, elbette, şu an için daha çok bir ihtimaldir. Ancak, yıllardır takip edilen yordam ve tarzın sonucunda sosyalist hareketin bir bütün olarak etkisizliği aşamamış olduğu göz önünde tutulduğunda, değerlendirilmeyi ve incelenmeyi hak eden bir ihtimal olduğu kesin.