Bir soru

Liberalizm ve milliyetçilik önümüzdeki dönemde siyaseti belirleyecek temel birer başlık olmaktan çıkmış mıdır?

Soru yanlış denilebilir. İsterseniz şöyle düzeltebiliriz: Ülkemizde siyaseti ve genel anlamda ideolojiler dünyasını belirleyen, bir ucunda liberalizmin diğer ucunda milliyetçiliğin bulunduğu eksen ne hale gelmiştir? Toplumu ve siyaseti belirleme potansiyeli ne düzeydedir? Siyaset yaparken bu durumu ne kadar dikkate almak gerekir?

AKP iktidarı ve sermaye sınıfı açısından 2000’li yıllar bu eksenin tüm toplum üzerinde ve özellikle siyasette büyük bir ağırlığının olduğu yıllardı. Türkiye’de siyaset yapmaya karar verdiyseniz mutlaka bu ekseni dikkate almanız gerekmekteydi. Hatta daha ileri gidelim, dikkate almayı bırakın bunlardan birine mutlaka taraf olmanız gerektiği gibi bir gerçek mevcuttu.

Saf anlamlarını geçelim, bu iki hat bir yelpazenin sağ ve sol uçlarını oluşturmakta, Türkiye’deki tüm siyasi konumlanışlar bu yelpazenin içinde bir yere oturtulmaya çalışılmaktaydı.

Düşman kardeşlerin çıktıkları yol ise birdi: Sömürücü sınıfların çarklarının dönmeye devam etmesi, emekçilerin en ufak taleplerinin dahi görmezden gelinmesi ve sol siyasetin her zaman bu yelpazenin bir yerlerine oturması için yapılan dayanılmaz basınç. Bununla beraber, bu eksen o kadar şekilsiz bir siyasi ortam oluşturuyordu ki, Kemalizme sahip çıkan unsurlardan ülkenin en milliyetçi partisine, İslamiyetin kurallarının siyasette tam boy uygulanmasını düşünenlerden kendilerini özgürlüklerin bekçisi sayan liberallerin aynı hatta buluşması sağlanabiliyordu.

Örnekler arttırılabilir. AKP dönemindeki özelleştirme dalgasına bu yelpazede yer alan kimse ses çıkartmadı, Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasına atılmasına tüm bu özneler yüksek perdeden veya örtük bir şekilde onay verdiler, gericiliğin tüm toplumu esir alma harekatına kimi zaman özgürlükler adına, kimi zaman da siyasetin gerçekleri doğrultusunda destek olundu.

Gerisini biliyorsunuz.

Hikayenin gerisinin ülkemiz halkının bu eksene tabi olduğu, zaman zaman buradan umut beslediği bir tarafı var. Bu çok açık. Ancak bir de 2013 Haziran’ı itibariyle bu eksenin dağılan bir tarafı olduğunu ortaya koymamız gerekiyor. Açık olan taraflardan biri de bu.

Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse, Gezi direnişi ile birlikte yukarıda bahsettiğimiz eksen dağılmış bunu dağıtan güç ise çok açık bir şekilde halkın, emekçilerin mücadelesi olmuştur.

Amacımız pek tabii ki AKP’nin iktidarda olduğu dönemin uzun bir tahlilini yapmak değil ancak gelinen noktada birkaç noktayı belirgin hale getirmemiz gerekiyor.

Birincisi, öncelikle bu eksenin yeniden yapılandırılması ve Türkiye siyasetinde ağırlıklı rolüne yeniden kavuşması düzen güçleri açısından önemlidir. Ancak “aynı nehirde iki kere yıkanılamayacağı” önermesi doğal olarak dünya üzerindeki bütün insanlar, sınıflar, partiler ve siyasetçiler için geçerlidir. Türkiye sermaye sınıfı ve düzen içi siyasetin bütün unsurları bu eksenin yeni bir düzlemde yeniden yapılandırılması için uğraş vereceklerdir.

İkincisi, bu yeni düzlemin emekçiler ve direnen halk açısından ikna edici olması zor görünmektedir. Ancak bu durum karşımıza “yeni demokrasi mücadelesi” veya “kaynaşmış bir kitle yaratılması” vb… gibi sistemle bütünleşme kapılarının sonuna kadar açılmasını mutlaka çıkartacaktır.

Üçüncüsü, bu yeni eksen özgürlükler, yurtseverlik, gericilik karşıtlığı-laiklik ve eşitlik mücadelesi gibi başlıklar konusunda yanıt üretemeyecektir. Çünkü Türkiye toplumunun önemlice bir kısmı bu başlıklarda söz sahibi olmuştur. Örneğin özgürlüklerin savunulması liberallerin elinden düşmüş Türkiye solunun eline geçmiş, kendisini laiklik mücadelesini gerçek sahibi sananların artık sosyalistlerin peşinden gelmek zorunda kaldığı bir ortam oluşmuştur. Bununla birlikte bugüne kadar halkla buluşma konusunda karın ağrısı çeken sol hareket yeni bir fırsat yakalamıştır.

Dördüncüsü, “Yeni Türkiye” diye düşünülen yapı bir önceki dönemin ancak ve ancak karikatürü olabilir. Bunun önümüzdeki dönem milliyetçiliğin yok olacağı olarak yorumlanması veya gericiliğin ülkemiz topraklarından kendiliğinden ortadan kalkacağı gibi yorumlanması yanlış olur.

Beşincisi, saf anlamıyla işçi sınıfı mücadelesi önümüzdeki dönem yükselişe geçme potansiyeli taşımaktadır.

Bu başlıklara ekler yapılabilir. Ek yapmadan önce ülkemizin ilerici ve devrimci güçlerine düşen görevlerden kısaca bahsetmek faydalı olacaktır.

Birincisi, “aynı nehirde iki kere yıkanılamayacağı” önermesi düzen siyaseti için ne kadar geçerli ise Türkiye solu için de bir o kadar geçerlidir. Dolayısıyla, bugün temel görev faşizme karşı direniş demenin ayakları ne kadar havadaysa, liberalizme karşı mücadeleyi en iyi biz biliriz demenin de altı bir o kadar boş görünmektedir. Bu bahsettiğimiz iki yaklaşım faşizme ve liberalizme karşı mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak konusunda yetersiz kalacaktır.

İkincisi, halkı ve emekçileri gerici, piyasacı düzene karşı örgütlemek temel görev olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla kapitalist düzene alternatif bir örgütlenmeyi yapmak ve sosyalizm hattını güçlendirmek, ne yeni demokrasi arayışına ne de düzen siyasetinin topluma yutturmaya çalıştığı başka siyasi başlıklara indirgenmemelidir.

Üçüncüsü, başta gericiliğe karşı laiklik mücadelesi ve özgürlüklerin savunulması olmak üzere, toplumsal adalet, refah ve eşitlik talepleri en başa yazılmadan, emperyalizme karşı ikirciksiz bir tavrı ortaya koymadan ve bu politik doğrular emekçiler ile gerçek bir buluşma yaşamadan solun ilerlemesi zordur. Bu başlıkların hepsi sosyalizmin bayrağında yazan doğrulardır. Bu doğruların halkçı bir örgütlenme ile taçlanması, emekçi hareketinin bağrında yeniden ve yeniden yeşertilmesi gerekmektedir.

Dördüncüsü, yapmak istediğimiz şeyleri ve ulaşmak istediğimiz hedefi sosyalizm mücadelesi bağlamında nereye oturması gerektiğini iyi bir şekilde ortaya koymak durumundayız. Mücadele hattımız sermaye sınıfının, gerici bir iktidarın ve işbirlikçilerinin önümüze çıkaracağı yeni bir eksenin dağıtılması üzerine kurulmak zorundadır.

Beşincisi, bu ekseni dağıtmanın bir yolu sosyalizm mücadelesinin toplumsal alandaki taleplerle birlikte işlenmesinden geçmesiyse, bir yolu da saf anlamıyla işçi sınıfı mücadelesinin temsiliyetinin Türkiye solu tarafından üstlenilmesinden geçecektir. Dolayısıyla, sınıfın taleplerinin yükseltilmesi, politik bir zemine taşınması, sermaye sınıfına karşı sürekli bir örgütlenme pratiği içerisinde olunması elzemdir.

Buradan hareketle, ABD’li yazar John Reed’in 1917 Ekim Devrimi’ni anlattığı “Dünyayı Sarsan On Gün” adlı kitabında devrim için mücadele eden Bolşevik bir işçinin aşağıdaki sözleri alamet-i farikamız olmaya Türkiyeli devrimcilere güç vermeye devam etmektedir.

“… Bana bak kardeş, yalnız iki sınıf vardır; biri burjuvazi ve diğeri işçi sınıfı. Ya birindensindir ya da ötekinden. Bir yandan olmayan diğer yandadır …”

 

Not: Geçtiğimiz haftaki yazıda 90’lı yıllardaki önemli katliamlardan bir olan Metin Göktepe’nin öldürülmesinden bahsetmiştim. Bu haftaki yazımı yazarken 10 Nisan 1968 tarihinin Metin Göktepe’nin doğum günü olduğunu öğrendim. Kendisini saygı ve sevgiyle anıyorum…