Bir işçi, bir bürokrat

Dış politika gelişmelerinin gündemin merkezine oturduğu ve genel ilgi odağı haline geldiği şu günlerde bu yazımda biraz tarihin sayfalarını karıştırmak ve tarihte önemli yeri olan iki kişiden bahsetmek istiyorum. Amacım internette kısa bir araştırmayla kolayca bulabileceğiniz bilgileri burada tekrarlamak değil. Daha çok bugüne uzanımları olan bir tarihsel tartışmaya bu kişiler nezdinde değinmek niyetindeyim.

İlk olarak Almanya Komünist Partisinin (KPD) liderlerinden Ernst Thälmann’dan bahsetmek istiyorum. Bizler Erich Honecker’in anılarını okuyarak büyümüş bir kuşağız. Çözülüş sürecinde Honecker’in onurlu duruşunu hep takdir ettik ve örnek gösterdik, öte yandan yaklaşmakta olan karşı-devrimi görememesi veya küçümsemesini de üzülerek okuduk. Honecker’in yazıları ve üzerine yapılan tartışmalar çözülüş sürecine devrimci bir yaklaşım geliştirmek için önemli rol oynadı.

Honecker’den sonra Almanya komünist hareketi tarihinden her zaman dikkat çeken isimler, ilk liderleri olan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht oldu. Bizim için Mustafa Suphi neyse, onların da Almanya için aynı şeyi ifade ettiklerini gördük, köklü bir tarihi olan Alman işçi sınıfı hareketindeki yerlerini okuduk, öğrendik ve onları hep saygıyla andık. Özellikle Luxemburg’un savaş sırasında liderlik ettiği onurlu tavır ve kendiliğindenlik/iradecilik bağlamında işçi sınıfı partisi üzerine Lenin ile giriştiği polemik, kendisine katılmasak da, hep ufuk açıcı oldu.

Ernst Thälmann ise günümüzde bu büyük tarihsel kişiliklerden sonra gelen, daha çok meraklısının araştırıp keşfettiği bir isim oldu. Oysa İkinci Dünya Savaşı öncesinde yıllarca faşistlerin zindanlarında tutulan Thälmann için, Nazım için yapıldığı gibi dünyanın dört bir yanından özgürlük talebini dile getiren kampanyalar ve eylemler düzenlenir, savaşın son günlerinde Hitler’in doğrudan emriyle katledilmesinin ardından, savaşı izleyen yıllarda da her yerde anma etkinlikleri yapılırdı.

Thälmann, 1925 yılından faşistlerce tutuklandığı 1933 yılına kadar partinin fiilen liderliğini yürüttü ve zindanlarda katledildiği 1944 yılına kadar da liderlik unvanını taşımaya devam etti. Ve Alman faşizminin yükseldiği kritik bir dönemde kişiliğiyle de, temsil ettiği siyasi çizgiyle de hep tartışma konusu oldu.

Örneğin küçük yaştan itibaren işçi olarak çalışan, büyük grevlerin örgütlenmesinde önemli görevler alan Thälmann için, hareketin önceki liderlerine kıyasla teorik üretkenliğinin zayıf olduğu ve parti liderliğini hak etmediği halde Komintern tarafından, daha doğrusu Stalin tarafından liderlik konumuna yükseltildiği yönünde eleştiriler yapıldı. Ağırlıklı olarak diğer sol çevrelerden, troçkist gruplardan ve parti içindeki muhalefet tarafından yöneltilen ve 1920’lerin ikinci yarısı boyunca dile getirilen bu eleştiriler, Thälmann’ın hapsedilmesi ve daha sonra katledilmesiyle birlikte geri plana çekilldi, ve son yıllarda çözülüşün ardından Almanya’da sosyalizmi karalama kampanyaları kapsamında yeniden gündeme getirildi.

Bu eleştiri kuşkusuz daha o yıllarda başlatılan Stalin karşıtı kampanyanın bir parçasıydı ve asıl amaç Stalin’in politikalarının eleştirilmesi ve liderliğinin sorgulanmasıydı. Her ikisine de yöneltilen eleştirinin benzer olması bu nedele şaşırtıcı değil.

KPD tarihi incelendiğinde gerçekten de Thälmann’ın öne çıkmasından birden fazla uğrakta SBKP müdahalesi olduğunu görüyoruz. Ancak bu durumu meşrulaştıran ve o yıllarda yöneltilen “sol” eleştiriyi büyük oranda etkisizleştiren şey, faşizme karşı verilen dişe diş mücadeleydi. Thälmann liderliğindeki parti o yıllarda faşistlerle sokak sokak mücadele ediyor ve bütün dünyayı yaklaşan tehlike karşısında uyarıyordu. Mücadelenin yakıcılığı eleştirileri büyük oranda etkisizleştirdi.

Bu yazıda ele almak istediğim ikinci kişi olan, savaş sonrasında kurulan Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) liderlerinden Walter Ulbricht için de benzer eleştiriler yapıldığını biliyoruz. Her ne kadar o da işçi kökenli olsa da, uzun süre Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin liderliğini yapmış olması ve savunduğu çizgi nedeniyle eleştirmenleri tarafından çoğunlukla “Stalinist bürokrat” olarak anıldı.

Ulbricht, faşistlerin iktidara gelmesinden önce partinin Kızıl Cephe Savaşçıları Birliği adlı cephe örgütü üzerinden yürütülen anti-faşist sokak mücadelesinin örgütlenmesinde önemli rol oynamış bir isim. Bir dönem üye sayısı 70 bin kişiye kadar çıkan bu örgütün üyeleri, daha sonra İspanya’da ve Avrupa’nın bütününde faşizme karşı savaşta en ön saflarda yer alan mücadele insanlarının yetiştiği, savaş sonrasında da Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin güvenlik güçlerinin temelini oluşturan önemli bir mücadele örgütüydü.

Ulbricht Hitler’in başa gelmesinden sonra savaş sonuna kadar devam edecek ve önemli bir bölümü Sovyetler Birliği’nde geçecek bir sürgün dönemine girdi. Faşizmin yenilgisinin ardından, partinin yeniden kuruluşu ve sosyalist iktidarın oluşturulması amacıyla Almanya’ya döndüğünde ise bir dizi tartışma yaşandı. Bu süreçte savaş boyunca Almanya’da veya yakın ülkelerde mücadele eden kadrolarla, savaş sırasında Sovyetler Birliği’nde olan ve doğrudan SBKP çizgisindeki kadrolar arasında bir gerilim yaşandı. Soğuk savaşın ilk yıllarıyla birlikte emperyalizmin artan savaş tehdidi, nükleer saldırı olasılığının giderek güçlenmesi, bu süreçte SBKP belirlenimini bir kez daha kesin ve mutlak olarak haklı ve meşru hale getirdi. Bu nedenle Wilhelm Pieck ile birlikte partinin yeni liderliğinin oluşturulmasında aldığı görev nedeniyle Ulbrich’in o yıllarda “Stalinist bürokrat” olarak eleştirilmesi, Demokratik Alman Cumhuriyeti içinde önemli bir etkide bulunmadı.

Çok uzak olmayan bir geçmişte yaşanmasına rağmen bambaşka bir dünya konjonktüründe gerçekleşen bu gelişmelerden, günümüzün koşulları ile farklılıklara işaret ederek bugün için çıkarımda bulunmak mümkün. Bunun için ilk olarak tarihsel bir noktaya dikkat çekmek durumundayız.

Yıllarca söyledik ve yazdık, soğuk savaş döneminde sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadele üç ana cephede yürüdü: Birincisi, emperyalist blok ile reel sosyalist blok arasındaki mücadele, ikincisi kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadeleleri ve üçüncüsü ulusal kurtuluş mücadeleleri.

Burada birinci başlığın bir “üst belirleyen” olarak çoğu zaman yakıcı olması nedeniyle Sovyetler Birliğini savunma görevi birçok komünist parti için en yakıcı görev olmuştur. Bu görev bildiğimiz bir dizi örnekte partilerin kendilerini likide etmelerine kadar varmıştır. Yukarıdaki iki tarihsel kişilik nezdinde değindiğim, partilerin iç dinamiklerine yönelik dış belirlenimin esas kaynağı da, bu üç mücadele cephesinden ilkinin çoğu durumda öne çıkmasında yatmaktaydı.

Soğuk savaşın bittiği bugün ise bu üç cepheden geriye yalnızca bir tanesi, kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadeleleri kalmış bulunuyor. Bu nedenle yakıcı ihtiyaçların belirleyici olduğu dönemlerde uluslararası komünist hareketin elindeki müdahale meşruiyeti, günümüz koşullarında ve büyük olasılıkla da önümüzdeki uzun bir dönem için, artık bulunmuyor.

Dolayısıyla, günümüzde komünist hareketin verdiği mücadelenin tarihsel ve siyasal meşruiyet kaynağı yalnızca ve yalnızca içinde mücadele ettiği ülkedeki sınıf mücadelelerinde aldığı konum, işçi sınıfı içinde örgütlenme ve mücadelede öncülük görevlerini yerine getirebilme düzeyi ve bu düzlemde ürettiği ve hayata geçtiği siyasal mücadeledir. Günümüzde hiçbir dış dinamik veya uluslararası komünist hareketin hiçbir unsuru veya bütünü, bu gerçeğin yerini alma veya onu önemini azaltma olanağına veya meşruiyetine sahip değildir. Uluslararası komünist hareket her zaman olduğu gibi emperyalizme, gericiliğe ve kapitalizme karşı uluslararası dayanışmanın konusu ve zemini olmaya devam edecektir ve bu da önemsiz bir başlık değildir.