Bir ideoloji olarak düşmanlık

Siyasetteki “düzeysizlikten” yakınmayan yok gibi…

Saray rejiminin, en tepeden daha altlara uzanmak üzere bu düzeysizlikteki payını inkâr etmek mümkün değil. Gerçekten çok özel katkıları vardır; ancak, düzeysizlik yalnızca Türkiye’ye, mevcut rejime özgü bir olgu sayılmamalıdır. Dünya ölçeğinde bir durumla karşı karşıyayız.

Bir açıklaması olmalı.

Postmodern durumlardan, eğitimin piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillendirilmesinden, sosyal medya faktöründen, kimilerinin hakikat sonrası (post-truth) siyaset dedikleri olgudan, tüketim kültürünün ideolojik salgılarından vb. söz edilebilir. Hepsinin önemi, mevcut durumda payı vardır. Ancak biz burada daha “genel” olduğunu düşündüğümüz bir başka olgudan söz etmek istiyoruz.

Bir dönem hayli revaçta olan, küreselleşmenin (neo-liberal yeniden yapılanmayla birlikte) dünyaya barış, huzur ve refah getireceği tezinin çok değil 10-15 yıl içinde tartışma götürmez biçimde iflas etmesi, bizce yola çıkılması gereken temel gerçektir. Öyle ki bugün gelinen noktada küresel kapitalizmin siyasal, ideolojik ve kültürel yapılanması, özel düşmanlar yaratmadan insanlara herhangi bir gelecek vaat edememektedir.  

Evet, hedefler, vaatler gene vardır; ancak bunların gerçekleşmesi mutlaka işaret edilen bir düşmanın yenilmesiyle mümkün olabilecektir. Düşmana işaret merakı eskiden de vardı; ama daha ziyade “Yahudi tefeci” ve “dünyaya hâkim olmak isteyen komünizmle” sınırlı kalırdı. Bugün ise düşmanlar içerde, dışarda, her yerde olabilmektedir:  ABD/Meksika sınırındaki ya da Avrupa kapılarına dayanan mülteciler/göçmenler, gelişmiş kapitalist ülkelerde yurttaşlık hakkına sahip yabancılar, “dünyamızın gizli sahipleri” oldukları iddia edilen gizemli odaklar, aydınlar, sermaye sınıfıyla hiç ilişkilendirilmeyen ya da ancak çok dolaylı yollardan ilişkilendirilen “elitler”, vb. vb.

Ve elbette siyasal kökeninden, bağlantısından, besleyicisinden, destekçisinden, kullanım amaçlarından koparılarak sanki dış dünyalara ait bir olguymuş gibi sunulan terörizm…   

Şimdi, tezimiz şudur: “Halk” dediğimiz kesimin kendi sınıfsal konumunun, mücadelesinin, deneyiminin ve pratiğinin ürünü olmayıp “dışardan”, özellikle devlet katından enjekte edilip körüklenen düşmanlık artık bir “ideoloji” konumuna gelmiştir; beraberinde bozulmayı ve düzeysizliği getirmemesi mümkün değildir.

Bizce, mevcut durumda pay sahibi olabilecek tüketim kültürü, eğitim sistemi, sosyal medya gibi diğer faktörler de bu “düşmanlık ideolojisi” tarafından yeniden belirlenmektedir.    

***

İkinci “tezimiz” ise şöyle: Kaynağı ne olursa olsun düzeysizleşme bir vakıa ise bunun parçalı kalması, toplumun bütününü bir şekilde etkilememesi mümkün değildir. Bu arada, elbette solu da…  

Yani “düşmanlık ideolojisinin” sola da uzanmış olduğunu söylüyoruz.

Gerçekten, soldaki kimi kesimler için her musibetin arkasında Türkiye’yi bölüp parçalamaktan başka derdi olmayan küresel odaklar, onların içimizdeki (sol görünümlü) uzantıları vardır. Başkalarının gözünde Türkiye 1908 yılından bu yana ne çektiyse İttihatçı, Jakoben, elitist vb. geleneğin elinden çekmiştir. Dahası, o gelenekle hesaplaşması beklenen siyaset kötü işler yaptığında bunun nedeni kendi “asıl” siyasal çizgisinde ısrar etmeyip söz konusu geleneğe kaymasında aranmaktadır!

Kısacası, solun önemlice bir kesiminin gözünde de “iki düşman” vardır ve kim ne yaparsa yapsın sonuçta o iki düşmandan birinin oyununu oynamaktadır…

Solun düşünsel-teorik üretim kapasitesinin neredeyse tamamı bu düşmanların “en son oyunlarının” tespit ve teşhisine harcandığından geriye pek bir şey kalmamaktadır.

Bu da bizim kendi düzeysizliğimizdir.

***

Çözüm?

Yarın gündeme gelebilecek yeni bir kitlesel kabarma, sınıf mücadelesinin yeni bir evreye sıçraması gibi olasılıklar dışında elimizde başka hiçbir şey yok mu?

“Bir tek bu var” demiyoruz, ama medya ve sosyal medya her şeye rağmen bir imkândır.

Doğada erozyon denilen süreç, üstte ne varsa savurup götürdükten sonra geriye “ana kaya” kalır. Bunun gibi, sağduyu, sezgi ve vicdan bugün solun ana kayası durumundadır. Ama ne yazık ki önce “genel kültür”, ardından “tarih bilgisi” çok gerilerden gelmektedir. Eğitim sistemini değiştiremeyiz; ama medyayı ve sosyal medyayı ana kayanın üzerine genel kültür ve tarih bilgisi eklemek için kullanabiliriz.

Bugünkü ortamda medyanın ve sosyal medyanın malum mücadeleler ve polemikler ötesinde “pedagojik” ve “didaktik” amaçlar için kullanılması meşru olmanın ötesinde bir gerekliliktir.