Bir çöküş ve yeni yol haritası: Yardım ile terbiye

İsrail’in eski Mısır büyükelçilerinden Shimon Shamir, 29 Ekim’de Washington’da bir panelde, Arap Baharı’nın geldiği noktayı anlatıyor; Mısır’a son gidişinde, sokaklarda yaygın olarak duyduğu popüler bir şarkıda Obama’ya, “F word” ile, küfredildiğini söylerken, diplomatlara özgü ifadesiz yüzü değişiyor. Amerika’daki bütün önemli think-tank’lerden gelen dinleyici kitlesine yönelttiği sözler şunlar oluyor: “Arap Baharı’ndan önce Mısır müttefikimizdi. Şimdi ise başladığımızdan kötü noktadayız.” Amerika’nın Ortadoğu’daki durumuna ilişkin kaygı, İsrail’in eski Mısır elçisine özgü değil. Amerika, son iki gündür, Savunma Bakanı Chuck Hagel’ın, Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’a gönderdiği notu tartışıyor. Hagel, yönetimin Suriye politikasının çökme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu vurguladığı notta, “Washington, Esad’a yönelik niyetine açıklık getirmeli” diyor. Ünlü Rand Corporation’ın, 23 Ekim’de duyurduğu raporun spotunda ise “Suriye’deki savaşın en olası sonucu bir Esad zaferi, ancak bu zafer belirleyici değil” sözleri öne çıkıyor. Amerika’nın Ortadoğu politikası çöküyor mu, ya da nereye gidiyor, tartışılan budur ve son çıkarmanın izlediği seyir, bizlere cevaba dair ilk ipuçlarını veriyor.

Enjekte İslamizasyon

Eski CIA şefi Graham Fuller’ın, “Komünizme karşı İslam’ı kullandık” sözü ünlüdür. Kullandılar ve İslamizasyon çok geçmeden Arap Baharı’nın da en önemli bileşeni olduğunu gösterdi. İsrail’in eski Mısır elçisi, Washington’un önde gelen düşünce kuruluşları temsilcilerine seslenirken, İslamizasyon’un Mısır’a dışarıdan enjekte edildiğini gizleme gereği duymuyor; “Müslüman Kardeşler, Mısır’ın geleneksel toplumu içinden çıkmadı” diyor ve Arap Baharı’na ilerlerken Amerika’da yükselen Müslüman Kardeşler sevdasını, kendi deneyimlerine de dayanarak anlatmaya koyuluyor.

Eski elçi, o günlerde ilk dikkatlerini çekenin, Amerika içinde Müslüman Kardeşler üzerine üst düzey panellerdeki patlama olduğunu söylüyor. Ardından Amerikalı siyasetçiler, konuşmalarında, İslam’a ilişkin olumsuz olarak anlaşılabilecek her türlü ifadeden kaçınmaya başlıyor. Sonra mı, Obama “Esselamün aleyküm”le başladığı ünlü Mısır konuşmasını yapıyor; Müslüman Kardeşler yöneticileri Amerika’ya gidiyor, ve eski elçinin anlattığına göre, Amerika’ya, İsrail’le dost olma dahil, her türlü sözü veriyor; Mübarek apar topar indiriliyor ve seçimlerde Müslüman Kardeşler başa gelince, bunu projelerinin başarıya ulaşması olarak gören Amerikan yönetiminde  bir büyük bir bayram esiyor.

‘Hey, Obama!’

İsrailli eski elçi devam ediyor, “Peki ne oldu? Bu büyük başarı ne kadar sürdü? Aradan bir yıl geçti ve Müslüman Kardeşler, Mısır’ı yönetemeyeceklerini gösterdi. Halk sokağa döküldü, Sisi geldi ve şimdi, başta Mısır olmak üzere, tüm bölgede Müslüman Kardeşler’e ve onu destekleyen Amerika’ya müthiş karşı bir hava hakim. Sisi, yönetime el koyduğunda Amerika Sisi’yi, hem askeri, hem de parasal yardımı kesmekle tehdit ederek Müslüman Kardeşleri yeniden yönetime sokmaya çalıştı. Sisi’nin söylediğini hatırlayan var mı, “Amerika Mısırlılar’a arkasını döndü. Mısırlılar bunu unutmayacak”. Mısırlılar unutmadı ve şimdi Mısır sokaklarında, “Hey Obama, seni pislik” sözleri yankılanıyor. İsrailli elçi soruyor, “Kaybettiklerimizi nasıl geri kazanacağız?”, ekliyor, “Yıllar alacak”. Amerika’nın, yardım kesme tehditleri karşısında Rusya ile işbirliği yolları arayan ve bulan Sisi’ye rest çekme yolundan döndüğü, dönerken varını yoğunu Rabia’ya yatıran AKP hükümetini de, dünya gözünde bir kez daha rezil ederek, Mısır’la görüşmeye zorladığı biliniyor. İsrail elçisi, hikayesini anlatmak için Washington’da iken, Tunus halkının iktidara laik partiyi getirerek Müslüman Kardeşler’e bir son darbe vurduğunu da eklemek gerekiyor.

Nereye domino, nereye

Amerika’nın uzun vadeli Ortadoğu planlarında İslamizasyon ayaklardan biri idi; Ortadoğu’nun “ılımlı İslam’ı” kabul edeceği öngörüsüyle hareket etti ve bunun gerçekleşmesi için elinden geleni yaptı. Dikiş tutmadı. İslamizasyonun Ortadoğu’da, başvurmayı pek sevdikleri tabir ile, Doğu Avrupa’dakine benzer bir “domino etkisi” ile yayılacağını beklerken, bir başka “domino etkisi” ile karşılaştılar. Mayıs sonunda Türkiye ve hemen ardından Haziran sonunda Ortadoğu’da her zaman en önemli ülke olarak kabul edilen Mısır, İslamizasyon’a karşı ayağa kalktı.

Nereye İslamizasyon, nereye

Amerika’nın bir diğer hesabı, İslamizasyon’u kontrol edebileceğine dairdi. Radikalleri istediği yerlerde kullanacak ve ılımlıları güçlendirecekti. “Ilımlı” cephe, yalnızca Müslüman Kardeşler değil, aynı zamanda ÖSO, çökerken, bölgede iki çekim merkezi kaldı: radikaller ve Suriye ordusu. Aylar boyunca, tekrar tekrar pek çok ÖSO savaşçısının kah radikallere katıldığını, kah Suriye ordusuna döndüğünü okuduk. Amerika’nın, radikalleri yarattığını ve kullandığını ne kadar biliyorsak, bunu kendi eliyle “ılımlıları” tüketmek adına yapmayacağını da o kadar bilmemiz gerekiyor.

Amerika’nın eninde sonunda, Ortadoğu’da yapmak istediği, bölgede İsrail dışında büyük ve güçlü devlet, dolayısıyla da ordu bırakmamaktı. Irak işgali, Türkiye’de Ergenekon, Balyoz davaları ve “çözüm” süreci, Mısır’da birinci Tahrir, Suriye savaşı budur. Önemli yol katetti; ancak Irak’ta Maliki yükseldi ve İran etkisi arttı; Türkiye’de Gezi bir uyarı fişeği işlevi gördü; Mısır ikinci Tahrir’i çıkardı ve Cenevre’de hala “Esad mı, asla” diyen Amerika, Esad’ın yeniden cumhurbaşkanı seçilmesini izledi. “Süpergüç Amerika’nın” kırmızı çizgileri, Guta’dan sonra bir kez daha tüm dünyanın gözleri önünde çiğneniyordu.

Bölmek ama yönetememek

“Böl ve yönet” diyoruz, Amerika “bölmek” istiyordu; ancak bölmek birinci adımsa, ikincisi bölünenleri ya da güçsüz düşürülenleri, en azından bir kısmını, kendine bağlamaktı; “ılımlı” İslam’a burada güveniyordu ve başka oyuncusu olmadığını da biliyoruz. Ancak Amerika’nın ılımlı İslam’ı her konuda kifayetsiz ve ölçüsüz olduğunu gösterdi. Müslüman Kardeşler “yönetemedi” ve sonuçta iktidarında bulundukları ülkelerde yeniden ve Amerika’ya daha düşman bir laisizmi yükseltmiş oldu, Amerika’nın bölgedeki diğer önemli müttefiki Suudi Arabistan’la anlaşamadı. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye yönetimleri, Amerika’nın radikal besleme projesini, kendilerine karşılıksız çek yazılmışçasına kullanabileceğini sandı ve, kendilerinin de birer besleme ve dolayısıyla taşeron olduklarını unutarak, bölge hakimiyeti hayallerine kapılıp radikallere ölçüsüz destek verdi. Amerika, bölmeyi ve güçsüzleştirmeyi önemli ölçüde başardı, ama elinde ezilen kırmızı çizgileri, Ortadoğu’da etkinliği ve prestiji artan bir İran-Rusya-Suriye cephesi, Tahrir ve Gezi uyarısı ile hiçbir rasyonel siyaseti yürütemeyen bir avuç müttefik ile kaldı.

Üç senaryo

Amerikan think-tankleri, Amerikan yönetimi içinde hangi tarafa bağlı olduklarına göre değişen bir takım farklılıklar dışında, eninde sonunda birbirine benzer; çoğu İsrail’e yakındır ve diplomatik bir dille Amerika’dan Ortadoğu’ya daha fazla müdahale ister. Washington Enstitüsü de geçen seneye kadar CIA’in üst düzey yöneticilerinden olan Michael Morell’i Mayıs ayında, El Kaide üzerine paneldeki konuşmacılardan biri olarak çağırdığında, muhtemelen konuşmasını Obama eleştirisi temelinde oluşturacağına güveniyordu. Ama Morell’in konuşması dinleyicilerde soğuk duş etkisi yarattı. Morell, gelinen noktada, Suriye savaşının olası 3 senaryo dahilinde sonuçlanabileceğini söylüyordu: 1) Esad gider, ama Suriye bir “failed state”, bir tür yıkılmış ve yönetilemeyen ülke, olur; boşluğu El Kaide doldurur ve bu, Amerika ile İsrail için çok büyük bir başarısızlık ve tehlike anlamına gelir; 2) Esad kazanır ve kendini toparlar; toparlarsa kendi topraklarında El Kaide’yi hiç kuşkusuz temizleyecektir ve bu da Amerika ve İsrail için çok kötü bir sonuçtur, çünkü İran’ın kazanması anlamına gelir; 3) Esad kalır, ama güçsüzleşir; El Kaide de varlığını, özellikle doğuda, devam ettirir.

Enstitünün panel odaları, bu dile alışık değil. Üç senaryo, üçü de Amerika’nın Suriye’de, şu ya da bu şekilde yenilgisine işaret ediyor. Morell, üçüncü senaryoyu, diğerlerine “yeğ” görüyor ve bu durumda, elde gene bir güçsüzleştirilmiş ülke, ama bir de Esad’a ve radikallere karşı savaştığını söyleyen ve bu senaryoda Suriye’nin geleceğinde her ikisini de kabullenmek zorunda kalan Amerika için, kendi iddiaları açısından bir büyük yenilgi kalıyor.

Esad ‘revisited’

Bu kadar değil, RAND Suriye için Alternatif Gelecekler raporunu, “Raporun hazırlanmasına katılanlar, Suriye rejiminin zaferinin en olası sonuç olarak görüldüğünü, ancak bunun Amerika için en kötü sonuç olarak değerlendirilemeyeceğini, çünkü bu durumun Amerika ile müttefiklerine IŞİD ile El Nusra tehlikesini denetim altına alma fırsatı veriyor” sonucuyla bitiriyor. Council of Foreign Relations’ın fahri başkanı Leslie Gelb’in 18 Ekim tarihli yazısının başlığı “There is one way to beat ISIS: Work with Assad and Syria”, “IŞİD’i yenmenin tek yolu var: Esad ve Suriye ile Çalışmak”; Carnegie Endowment’ın bir ay önceki raporunun başlığı ise “To Confront the Islamic State, Seek a Truce in Syria”, “IŞİD’e karşı Suriye’de Ateşkese Gidilmeli”. Raporlar, Esadlı çözüme yaklaşma işaretleri veriyor.

Bu noktada anımsanmalı: Amerika, Cenevre’de Esadsız politik çözüm istiyordu ve “masadan” büyük bir yenilgiyle kalktı. Aldığı derslerden biri, “Sahada gücün yoksa, masadan kazançlı kalkamazsın” oldu. Şimdi General Allen’ın ağzından yeniden “politik çözüm” gündeme geliyor, ancak bu kez denklemin içinde “Esad’la asla” şartı yok. “Politik çözüm” giderek, “Esad’ın yıkılışı” değil, “uzun vadede Esad’ı yönetimden uzaklaştırması beklenen bir güç paylaşımı” olarak şekilleniyormuş izlenimi veriyor. Amerika “muhalifleri de” yönetime sokmak istiyor. Cenevre’den aldığı ders ile, “revize edilmiş politik çözümü” üretebilecek güçler yetiştirmeye çalışıyor. İran’la detant’ın ve Esad’la ateşkes’in bu güçleri yetiştirebilecek zamanı kazandırması bekleniyor.

Dumani

Ancak pek ilginç, Amerika, ÖSO’yu güçlendireceğini ve silahlandıracağını söylese de, Suriye ordusu ÖSO’ya saldırılarını arttırırken, bunda pek yavaş davranıyor. Öyle ki, özellikle savaş yanlısı yayınlarda her gün ÖSO savaşçılarının Amerika’ya isyanını okuyoruz. Savaşçılardan biri, Duma şehrinin adını, Kobani gibi, Dumani yaparsak Amerika sesimizi duyacak mı, diye sitem ediyor. Bir “pattern”, bir “düzenlilik” kendini göstermeye başlıyor.

Irak, Kobani, ÖSO

Amerika’nın eski Türkiye ve Irak elçisi James Jeffrey’nin, “Irak ordusunun IŞİD’e karşı güçlendirilmesi gerektiği, yönetime (Amerikan yönetimine) Ocak ayında söylenmişti; yönetim de bunu yapacağını açıkladı, ancak hiçbir şey yapmadı” sözleri kayıtlardadır. Amerikan askeri ve peşmerge gibi kimi yardım yöntemlerini, Maliki’nin reddettiği biliniyor; ancak Maliki’nin de kabul edeceği yardımlarda Amerika’nın, kendi lehine politik tavizler alıncaya, Maliki’ye geri adım attırıp kendi diliyle “daha katılımcı” bir yönetim oluşturuncaya kadar ayak sürüdüğü görülebiliyor. 

Amerika’nın, yardımlarını, yardım edeceği aktörleri Amerikan politikası lehine adımlar atmaya mahkum bırakıncaya kadar beklettiği bir başka örneğin Kobani’de yaşandığını biliyoruz. Şimdi ise yardım kuyruğunda ÖSO bekletiliyor. ÖSO’nun Amerikan silahlarını kiminle savaşmak için istediği sır değil, Esad ve Suriye ordusu birinci düşmanları; Amerikan yönetimi ise “ÖSO silahlandırılacak ama Suriye ordusu ile savaşmayacak” açıklamaları yapıyor. ÖSO’nun, “Esadla asla” şartından vazgeçinceye ve savaşın bu ikinci perdesinde Amerika’nın yeni kurallarını kabul edinceye kadar, büyük ölçüde Suriye ordusunun pençelerine bırakılması gerçek bir olasılık olarak ortaya çıkıyor. En azından, şimdilik yaşananın bu olduğunu söyleyebiliyoruz. Amerika’nın “revize edilmiş” Ortadoğu planında Esad’ın ağırlığı artıyor ve kontrolsüz İslamizasyon azalıyor; öte yandan Amerika “saflarını”, yardım ile terbiye yoluyla sıklaştırmayı hedefliyormuş gibi görünüyor.