“Bir bekleyenim yok ki…”

Sabahtan bir kasa birayı alır, bir köşeye çekilir ve akşama kadar tek başına içerdi. Alman Uwe. Orta yaşlı, uzun boylu, ince bir adam. Bir alkolik.

O ve sevgilisi, her sene tatillerini Datça’da geçirirlerdi. Ağustos sonu Eylül başı gibi giderlerdi. Datça’nın o güzelim koyu Kargı’ya yerleşirlerdi. Hüseyin Abi’nin evinde kalırlar, Celal’in yerinde yer içer, denize girerlerdi. Uwe’yle orada tanıştılar. Uwe de Kargı’nın gediklisiydi.

Sabahın erken saatlerinde Celal’in iskelesine bir balıkçı motoru yanaşırdı. Karı koca balıkçılar avladıkları balıkları Celal’e satarlardı. O gün sevgilisiyle birlikte erken kalkmış, balıkçı motorunu karşılamıştı. Bir kilo kadar balık aldı, restoranın buzdolabına koydu. Tatillerinin son günüydü. Niyeti akşama sevgilisiyle birlikte bir balık ziyafeti çekmekti. Her zamanki gibi Datça’nın merkezine yürüdüler, dönüşte iki şişe şarap aldılar. Balık ziyafeti şarapsız olur mu hiç…

Akşam oldu. Koyun en ücra köşesine çekildiler. Büyükçe iki taşın üzerine Celal’den aldıkları ızgarayı yerleştirdiler. Altında ateşi yaktılar. Sabah aldıkları balıkları ızgaranın üzerine koyup kızartmaya başladılar. Saat ilerlemiş, Güneş nöbetini Ay’a devretmeye başlamıştı. Şaraplarını açtılar.

Akşamın kızıl karanlığı, hafiften bir meltem, dalga hışırtısı, tüm güzelliğini sergilemeye hazırlanan Ay, yavaş yavaş kızaran balıklar, iyisinden bir şarap ve sevgili… Mutluluk…

Birden yirmi metre kadar uzaklarında sabahtan beri kim bilir kaçıncı şişe birasını devirmiş Uwe’yi fark ettiler. Uwe onları seyrediyordu. Gönülleri elvermedi, buyur ettiler. Şaşırmıştı Uwe, hatta en başta anlamamıştı. Alışık olduğu bir şey değildi ki iki kişilik bir dünyaya bir yabancının buyur edilmesi. Çekindi, kararsız kaldı, ama belli ki gelmek istiyordu. Üstelediler; geldi.

Balıkları paylaştılar; Uwe iyice şaşırdı. Türkçe, Almanca, İngilizce karışımı bir sohbet başladı. Uwe eskiden bir paralı askerdi. Afrika’da emperyalistlerin hizmetinde, bağımsızlık mücadelesi veren gerillalara karşı savaşmıştı. Kim bilir kaç gerillanın kanına girmişti. “Kendimden, geçmişimden, yaşamımdan, yaşamdan nefret ediyorum” dedi. O ve sevgilisi sosyalisttiler. Şimdi bir paralı askerle katıklarını paylaşıyorlardı. Acıdılar… Bu karanlık yaşama acıdılar ve bu telafisi olanaksız özeleştiriye…

“Biz yarın dönüyoruz İstanbul’a” dediler, “Sen ne zaman dönüyorsun Almanya’ya?” Bu sıradan soru ne kadar da önemliymiş, ne kadar da can yakıcıymış… Uwe, o koca adam, paralı asker eskisi, alkolik Uwe, birden çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı: “Bilmem. Bir bekleyenim yok ki!”

“Bir bekleyenim yok ki!” Bu laf beynime kazındı. Tek bir bekleyeni, yolunu gözleyeni olmamak… Mutlak yalnızlık… İnsanın intihar etmesinin bile bir anlamının kalmaması…

İnsan zihni bir kara delikten bile bazı ışık huzmeleri süzebilir; bir şeyler öğrenebilir. Uwe bana mutlak yalnızlığı öğretti. Sağ olasın Uwe Öğretmen…

***

Prof. Dr. Rennan Pekünlü bugün cezaevinden çıkıyor. Dostları, 27 Kasım 2014 tarihinden bu yana cezaevinde bulunan Pekünlü’yü saat 14.00’de Foça Açık Cezaevi önünde karşılayacak. Saat 18.00’de de İzmir Barosu Konferans Salonu’nda Pekünlü’ye “Yılın Direnen Bilim İnsanı” ödülü verilecek.

Fakat Pekünlü davası bununla bitmiyor. Ünlü evrenbilimcinin laik üniversiteyi savunma “suç”undan dolayı devam eden başka davaları da var. Ülkemize ve toplumumuza bir kez daha aynı ayıbı yaşatmamak için mücadeleye devam.

Geçmiş olsun Rennan dostum. Evren seni özlemişti…

İşte böyle, kimilerinin tek bir bekleyeni yoktur; kimilerinin ise yolunu galaksiler bile gözler. Nasıl yaşadığımıza bağlı…