Bir aşk yazısı: Özgürlük ya da yamyamlık

 

Aşk gibi ‘ciddiyetsiz’ ve de ‘light’ bir konuda yazmak için en azından 14 Şubatı (sevgililer günü)beklememiz gerekirdi. Ancak gardımızı almak, omuzları bitiştirmek, safları sıklaştırmak için bu kez üç beş gün erken davranalım dedik.

14 Şubat yaklaşan felaket…

Gündelik hayatta dizilerden reklamlara şarkılardan kliplere vıcık vıcık bir aşk ortamının, hani denebilirse kimsenin açıkta kalmadığı ultra bir aşk düzeninin, flört ve kur yapma çılgınlığının ‘özel günü’dür 14 Şubat.

Felaket derken malumunuz kapitalizmin peluş ayı temalı romantik hareketinden bahsediyoruz. Dahası tüm bu gösterişin, tüketimin, aşk çığlıklarının, hıçkırıkların, şırıltıların ve zırıltıların, dev bir aşksızlığı, gerçek bir tatminsizliği, o bitmeyen boşluk duygusunu, yarımlığı ve duygusal yetimliği örtmeye çalışmasıdır felaket olan.

O zaman sormak gerek. Aşk gerçekten de ciddiyetsiz, ‘light’ ya da tıraş bir konu mudur?

Aşkı küçümsemek

Aşkı küçümsemek kadar cahilce bir iş olamaz. Binyıllardır insanlığın en yufka noktası, en hassas konusudur aşk.  Hakkında yazılanlar, ağıtlar, türküler, danslar, efsaneler, masallar saymakla bitmez.  Aşk o kadar evrensel bir vakıadır ki ‘mesajımı gördü de niye cevap yazmadı’ diye karın ağrısı çektiğimiz, ‘sevse böyle mi yapar’ diye kahırlandığımız ya da anında bizi yeni doğum yapmış bir inek gibi rahatlatan şey, bir ve aynı şeydir.

Yine de aşkı küçümseyenlere, onu o çok mühim konuların yakınına koymak istemeyenlere tavsiyemiz, tutarlı olmak istiyorlarsa en azından 18./19. yüzyılın büyük felsefecilerini çöpe atıvermeleri.  Onu mu giysem bunu mu sürsem, öyle mi desem böyle mi yapsam diye bizi kıvrandıran şey Schopenhauer’den Kierkegaard’a,  Marx’dan Hegel’e Sartre’a bir büyük meseledir.

Kısacası aşk asla tıraş bir konu değildir.

Kötülük ve aşk

Aşkı küçümsemenin bir yönü de onu kötülemektir.  Aşk karşıtı cephenin, ‘kötülük’ ‘bayağılık’ ‘esaret’ gibi temalar etrafında ördüğü argümanlar yeni değil. Sözgelimi Schopenhauer, aşkı cinsel içgüdünün maskesi, doğanın hilesi olarak görmektedir.

Schopenhauer’in kötücüllüğü, ‘bir sevişsen rahatlarsın, ne aşkı?’ diyen hazcı arkadaşımızınkinden daha fazlasıdır. Cinsellik yutucu bir kara delik, doğamızın utançla anılması gereken defosu, aşk ise bu defoyu masumlaştıran, uhrevi kılan, konuyu tensellikten ve arzudan uzaklaştıran bir paravandır.

Aşk bir paravandır. İyi de kimdir bu paravanın tutsağı?

Tutsak elbette ki bir erkektir. 19. yüzyılın tüm ‘aşk muhakemesinde’ davacı erkektir. İyi ya da kötü kadın aşkın nesnesidir; yaratan, rahman ve rahim olan erkektir. Ve fakat kendi suretinde yarattığı dünya onu mutsuz eder.

Tezgah mı evet ama tezgaha düşen erkektir. Aşk erkek bir şeydir…

Yine de aşk karşıtı cephenin yalnızca maskülen olduğu düşünülmemeli.  Aynı kötümserliğin, ‘kadının elinde oyuncağa dönen erkek’ yakınmasının simetrik düşüncesi radikal feminist kimi düşünürlerde de vardır.

Öyle ki bu yaklaşımda aşk; kadınları ezmenin psikolojik eksenidir.  Aşk patolojik bir şeydir. Patoloji; ezilme ve değersizleşmeye karşı bir fantezi boyutundadır. Bu yaklaşım, erkeklerin tüm varoluşsal endişelerini kendilerinden aşağı gördükleri kadınları fiziksel, duygusal ve hatta psişik olarak yağmalamalarıyla giderdiklerini; ezen erkeğin kendini bütünlemek için, ezdiğini(kadını) yamyamca yemek zorunda olduğunu; kadının yalnızca bedenini değil, düşlerini, arzularını, değer yargılarını ele geçirdiğini iddia eder.

Aşk metafizik yamyamlıktır…(1)

Bu ‘erkeğin elinde oyuncak olan kadın’ temasında aşk, bir anlamda ‘erkeğin’ egemen sınıf olduğu bir devlette resmi ideolojidir.

Aşk bu mu yani? Tümden bir yanılsama, maske, kötülük, yağma ve yamyamlık mı?

Evrensel bir ‘ilk an’ saplantısı olarak aşk

İlk an ve karşılaşma aşkta çok önemli. Öyle ki aşk, o orgazmik noktada başlar ve hızla gerisin geri oradan bitmeye koyulur.  Aşk anlatısında bu bir patern.

“Oysa kime aşık olduğumuzu bilmeden aşık olabiliriz. O ilk an ister istemez cehalet üzerine kuruludur”(2)

Bu patern her ne kadar tüm aşıkları, cehaletin masum hesapsızlığında birleştirse de ciddi bir mistifikasyona dayanır. ‘İlk an cehaleti’ gerçek bir yanılsamadır. Çünkü aşk sınıfların, toplumların, kültürlerin, beğeni ve zevklerin, yargıların ötesinde bir sıfır noktasında kurulmaz. Bu koşullarda bırakın cehaleti fena halde donanımlıdır aşka meyleden kişi.

O halde denebilir ki aşk soyut, kendinden menkul, tarih-aşırı bir kavram değildir. Çünkü aşkın öznesi lahana ya da tirbüşon değil; insandır. Dahası belli koşulların insanıdır…

Peki hangi insan ve nasıl?

“Ben, başka bir varlığı özümseyerek kendisini zenginleştirmeye çalışır. Sevgi, başka birisine ruhsal bakımdan sonuna kadar açık olmak demektir. Sevmek, duygusal bakımdan bütünüyle incinebilir olmak demektir. Bu yüzden sevgi, yalnızca karşındakini kendine katma olmamalıdır; tersine benlikler arası bir alış veriş olmalıdır.”(3)

İşte belki de burada asıl soruna gelmiş oluyoruz. Bugünün yabancılaşmış dünyasında, karakter aşınmalarında, kaotizminde, birbirine sürekli gardını alan insan malzemesinde, bu ‘al gülüm, ver gülüm’ formülasyonlar geçerli midir?

Bugünün narsizmi, hazcılığı, ‘orgazmına sağlık bebeğim’ diyen tüketimciliği karşısında aşk ne yapacak? Aşkı savunalım mı yoksa çaktırmadan en yakın köşede bırakalım mı? Aşk hiç de ummadığımız yerden bizi özgürleştirebilir mi?

Üstelik hepsinden önemlisi aşk mümkün mü?

Bir sonraki yazıya bu soruları devredelim…

 

1-Radical Feminism, Barbara A. Crow, s. 88, NYU Press, 2000

2-Aşk Üzerine, Alain de Botton, , s.22, Sel yayınları, 10. Baskı

3- Cinselliğin Diyalektiği, Shulamıth Firestone, , s. 138, Payel yayınları, 2. baskı