Beşerî sermayen kadar konuş!

Bu memleket için “gerçekten” biraz kaygı duyan yurttaşlarımızın yıllardır sorduğu sorulardan bazıları, neden biz de Almanya gibi olamıyoruz? Neden biz de aya gidemiyoruz? Neden bizim üniversitelerimiz dünya sıralamalarında hep gerilerde kalıyor? Neden dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında değiliz? Neden bizim çocuklarımız Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD)’nün Pisa değerlendirmelerinde hep sonlarda yer alıyor? Neden dünyada tanınan doğru dürüst bir marka yaratamıyoruz? Kadın voleybolu ve biraz da erkek basketbolu dışında neden takım sporlarında kayda değer bir başarımız yok? Neyimiz eksik de ekonomimizi bir türlü sürdürülebilir ve kapsayıcı bir büyüme yoluna sokamıyoruz? Neden enflasyonla mücadelede bu kadar başarısızız? Neden insanımız kısa yoldan köşeyi dönmeyi temel yaşam felsefesi haline getiriyor? Adamsendecilik ya da “bana değmeyen yılan bin yaşasın” anlayışı neden başat hale geldi? Tabii ki soruları çoğaltmak çok kolay! Bununla birlikte, soruların işaret ettiği sorunların ve eksikliklerin temelinde yetiştirdiğimiz insan gücümüzün ve kurumlarımızın yetersizliği yatmakta.

ARTIK GEÇER AKÇE SAHİP OLDUĞUN BEŞERİ SERMAYENİN KALİTESİ!

Günümüzün küreselleşen dünyasında ülkelerin başarı hikayeleri, ekonomilerin gelişmişlik düzeyleri, üretme ve rekabet kapasiteleri; ülkenin sahip olduğu topa tüfeğe, ülkenin bulunduğu jeopolitik konuma ve/veya sahip olduğu doğal kaynağın türüne ya da miktarına göre değil, ülkenin sahip olduğu beşerî sermayesinin kalitesine dayanmaktadır. 

Üretim faktörleri ya da kaynaklar, emek, sermaye, toprak ve girişimcilik olarak dörde ayrılır. Beşerî sermaye, emeğe özgü olan ve diğer üretim faktörlerinin daha verimli kullanılmasına katkı sağlayan, başta bilgi ve beceri olmak üzere deneyim ve dinamizm gibi değerleri içerir. Bu değerler zekâ düzeyi, yetenekler, farklı alanlara olan eğilimler, sağlık ve fiziksel görünüş gibi doğuştan kazanılan özellikler ile daha sonra kazanılan özellikleri de içerir. Beşerî sermayeye bu özellikleri sağlayan en önemli girdi eğitimdir. Bu nedenle bireyler tarafından yapılan eğitim harcamaları beşerî sermaye olarak da düşünülür. Bu açıdan bakıldığında, beşerî sermayeyi bir anlamda verimliliği etkileyen eğitim harcamalarının ekonomik değeri olarak görmek de mümkündür. Yüksek öğrenim ve teknik eğitimler bu eğitimlerin başında gelir. Bu eğitimler sayesinde, bireyler iş gücü yeteneklerini geliştirmekte ve ekonomik büyümeye katkı sağlamakta ve aynı zamanda da daha yüksek gelir elde etme olanağına kavuşmaktadır. Aldığınız eğitimin düzeyi ve yapısı yanında, eğitimi aldığınız okulun kalitesi de beşerî sermaye üzerinde önemli etki yaratır. Okula girişte aranılan bilgi ve beceri düzeyi, verilen eğitimin niteliği ve zorluk derecesi, eğitimi sağlayanların yeterlilik dereceleri ile okulun sosyal gelişmişlik düzeyi de beşerî sermaye üzerinde kalıcı etkiler yaratır. O yüzden üniversite tercihlerini yaparken bölüm bazlı değil de üniversiteye göre tercih yapmak son derece önem kazanmaktadır. Bunların yanında, hizmet içi eğitimler, bireylerin aldıkları sertifikalar, teknik becerileri ve yabancı dil konusundaki yetenekleri de beşerî sermayenin gelişiminde önemli etkenlerdir. Kişinin doğduğu ve büyüdüğü aile ortamı ile çevresi, içinde bulunduğu sosyal sınıf ve coğrafi aidiyetlerin de beşerî sermaye üzerinde etkili olduğunu söylemek mümkündür.

Beşerî sermaye kavramını ilk kullanan iktisatçı, modern iktisadın kurucusu olarak da bilinen Adam Smith’tir. Bir ulus için zenginlik, bilgi, yetenek ve deneyimin önemini açıkladığı “Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Araştırma” adlı kitabında bu kavrama ilk defa atıfta bulunmuştur. Smith’e göre, beşerî sermayeyi eğitim ve öğretim yoluyla geliştirmek, işletmelerin karlılığını artırarak, toplum refahının gelişimine katkı sağlamaktadır. Daha sonraları kavramın, imalat sanayii ürünleri üretiminde kullanılan emeği tanımlamak için kullanıldığını görmekteyiz. 1960’lı yıllarda başta Gary Becker ve Theodore Schultz gibi iktisatçılar olmak üzere birçok iktisatçı, beşerî sermaye kavramını bir bireyin sahibi olduğu kapasitenin değeri olarak tanımladı.

'NE KADAR EKMEK, O KADAR KÖFTE'

Bir ülkede eğitim gibi beşerî sermayeye doğrudan katkı yapan klasik etkenlerin yanında o ülkenin yaptığı araştırma geliştirme harcamalarının (Ar-Ge) düzeyi de beşerî sermayenin gelişiminde önemli rol oynamaktadır. Bu harcamaların düzeyi, sadece beşerî sermaye birikimine katkı yapmaz; aynı zamanda o ülkenin üretim ve ihracat yapısını da şekillendirir. Bu nedenle Ar-Ge harcamalarının milli gelir oranı bir ekonominin uzun dönemdeki seyrini gösterecek en anlamlı yapısal göstergelerden biridir. İzleyen grafik 2017 yılı için Ar-Ge harcamalarının Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) oranlarına1 göre ülkelerin sıralamasını göstermektedir. 

Kaynak: Dünya Bankası

2017 verilerine göre listenin başında İsrail ve Güney Kore vardır. İsrail’in % 4,8 oranına karşın, Güney Kore’de oran % 4,5 düzeyindedir. Dünya ortalaması yaklaşık % 2,1 ve gelişmiş ülkeler ortalaması yüzde 2,5 düzeyindedir. Bizim oranımız ise %1’in bile altında %0,96’dır. Bu oranda Ar-Ge harcaması ile dünya ile rekabet edecek ürünler geliştirip, üretmemizin ve satmamızın mümkün olamayacağı açıktır. Bunun yerine yükte ağır ama pahada ucuz olan ürünler üretip, ihraç etmek zorunda kalıyoruz. Ayrıca, nispeten pahada ağır olan ürünleri de ithal girdi kullanarak üretmek zorunda kalıyoruz.

BEŞERİ SERMAYE AZ İNOVASYON VE AZ GELİR YARATIYOR!

Ar-Ge harcamalarının milli gelir oranının düşük düzeyde olmasının yanında, beşerî sermaye düzeyinin de düşük olması, ülkemizin inovasyon ve gelir yaratma kapasitelerini de sınırlamakta. Dünyada artık yüksek becerilere sahip insanı olmayan ülkeler kalkınma yarışında geride kalmaya mahkûm oluyorlar. Bir başka deyişle iyi eğitimli, iyi donamıma sahip ve maharetli bireylere sahip değilseniz ne yeni bir mal üretebiliyor ne de teknoloji geliştirebiliyorsunuz. O yüzden de sürekli olarak kişi başına gelirde dünya liginde gerilere doğru kaymaya başlıyorsunuz. Yüksek becerili, eğitimli ve donanımlı beşerî sermayeniz varsa, katma değeri yüksek, herkesin almak için sıraya girdiği ürünler üretebiliyorsunuz. İzleyen iki grafikte2 beşerî sermayenin bir ülkenin gelişiminde ne kadar önemli olduğunun kanıtlarını gözlüyoruz. İlk grafik beşerî sermaye ile GSYİH ilişkisini göstermektedir.

Grafikten de rahatlıkla anlaşıldığı gibi Türkiye, hem beşerî sermaye düzeyi hem de GSYİH düzeyi bakımından OECD üyesi ülkeler arasında 2000-2017 arası dönemde en kötüler arasındadır. Beşerî sermayesi gelişen ekonomiler daha fazla GSYİH düzeyine sahip olan ülkelerdir. Benzer ve daha çarpıcı sonucu ise beşerî sermaye ile çevresel patent3 sayısını  gösteren izleyen grafikte gözlemek mümkündür. 

Bu grafikte de ülkemiz, 2000-2017 arası OECD üyesi ülkeler arasında en kötü performansa sahip ülke konumundadır. Buna karşılık bu basit grafik bile bize Japonya, ABD ve Almanya gibi ülkelerin neden dünyanın en gelişmiş ekonomileri olduğunu anlatmaktadır. Hatta Güney Kore’nin de hızla bu yolda ilerlediğini ve böyle giderse kısa zamanda bu ülkelerin düzeyini yakalayacağını göstermektedir. Burada şaşılacak bir şey yoktur. Bir ülkenin beşerî sermayesi ne kadar gelişmiş, ne kadar nitelikli ve becerili ise, o ülke bir adım öne çıkmaktadır. Bu ise ancak bilgiye özgürce ulaşabilmekle ve özgürce ulaşılan bilgileri özgürce kullanabilme potansiyeline sahip bireylerle mümkün olmaktadır. İnovasyon yapma becerisi olan bireyler yetiştirmekten geçiyor. Bunun için önce sorgulamayı bilen, analitik düşünme yeteneği olan ve bunları yaratıcı bir biçimde pratiğe dökebilecek yurttaşlar gerekiyor. Bütün bunlar ise her şeyden önce laik, demokratik ve bilimsel bir eğitimi gerektirmektedir.

 

1 Grafikler 2000-2017 yılları arası ülkelere ait verilerin ortalamaları alınarak oluşturulmuştur.

2 2017 yılının alınmasının nedeni, Dünya Bankası verilerinde çoğunluk ülkeler için bu oranın sadece o yıl için olmasıdır.

3 Toplam patent sayısı değil de çevresel patent sayısını almamın temel nedeni, dünyada neredeyse en fazla çevre mühendisliğine sahip olan ülkelerden birisi olmamıza rağmen, inovasyona gelince son sıralarda olduğumuzu; yani, nicelik değil niteliğin önemli olduğunu göstermek kaygısından kaynaklandı.