Batı'da sol muhalefetler

New Left Review dergisinin Mart/Nisan 2016 sayısında Susan Watkins imzalı ve “Sol Muhalefetler” başlıklı bir makale yayımlandı.

Yazar, 2008 krizinden sonra Avrupa ve ABD’de gelişen sol hareketlerin, partilerin, liderlerin bir değerlendirmesini yapıyor.

Çıkardığı bilanço önemlidir. Tartışmanın yararlı olduğunu düşünüyorum.

Batı’da sol siyasetin çöküş yılları              

Susan Watkins, Batı’daki sol muhalefetleri incelerken sosyal demokrat partileri dışta tutuyor.

Bu dışlama, “solculuk defterinden silme” anlamında haklıdır.  Sosyal demokrasinin I. Dünya Savaşı  ve Bolşevik Devrimi ile başlayan altmış yıllık sağa kayma öyküsüne burada giremeyiz. 1980’e gelindiğinde bu partiler, kapitalist sistemin ana özellikleriyle tamamen barışıktır. Üretim araçlarında kolektif mülkiyet hedefi programlarından çıkarılmıştır. Öte yandan sendikalarla bağlantılar sürmektedir; refah devleti kazanımlarının savunulması, hatta genişletilmesi çizgisi korunmaktadır.

1980’i izleyen yıllarda bu miras dahi terk edilir. İktidarda veya muhalefette sosyal demokrat partiler, adım adım neoliberalizmi özümserler. Bu, ülke içinde sermayenin tam tahakkümüne, dünya sistemi içinde de emperyalizme (“küreselleşme”ye) gönüllü ve tam teslimiyet anlamı kazanır. Batı siyasetinin “merkez sol” kanadına yerleşirler. Bu dönüşümler, Britanya’da Blair’in “New Labour” yaftasını kabullenen İşçi Partisi için de fazlasıyla geçerlidir.

Batı’nın geleneksel komünist partileri ise (İtalya hariç) Akdeniz ülkelerinde varlıklarını ve sosyalist birikimlerini kısmen korumakta; ancak, reel sosyalizmin çöküşünün ülkelerinde yarattığı olumsuz yansımalarla baş etmeye çalışmaktadır.

Batı’nın aydın çevrelerinde, bazen sosyal demokrat partilerin tabanlarında neoliberalizme tepkiler vardır. Bazen sokağa da taşmaktadır. Ancak, 2007-2008 krizine kadar bunlar egemen siyaset tablosunu etkileyememektedir.  

Bu son bunalımın ABD ve Avrupa’da yarattığı toplumsal şoklar, kent meydanlarının işgaline, genel grevlere, yaygın direnme eylemlerine yol açtı.

Otuz yıl boyunca Batı siyasetine damgasını vurmuş olan sermayenin egemenliği, yeni bir “sol muhalefet dalgası” ile baş etmek zorunda kaldı.

Susan Watkins, bu dalganın iki doğrultudaki gelişimini inceliyor:  Dört yeni hareket ve geleneksel sosyal demokrasiyi sola açan iki örnek…

Yükselen yeni sol hareketler

Watkins’e göre,  “sol” nitelemesine giren dört yeni akım siyaset sahnesinde yükselmektedir: Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Pablo İglesias’ın Podemos’u, Fransa’da Jean-Luc Melenchon tarafından temsil edilen Sol Cephe ve İtalya’da Beppe Grillo tarafından kurulan 5-Yıldız Hareketi…   

Syriza, artık, bu çerçeve içinde ele alınamaz. Troyka’ya tam teslimiyet ve halka, kendi seçmenine ihanet, bu partiyi Pasok’un son yıllardaki çizgisine getirmiştir. Kısa süren “sol” platformu, tarihe karışmıştır.

İspanya’da Podemos’un ve Fransa’da Sol Cephe’nin lider kadrosunda, geleneksel sosyalizmden gelen, başlangıçta onlardan esinlenmiş liderler yer almaktadır. Dahası, bu iki “yeni sol” hareket, ülkelerindeki geleneksel komünist partilerle de iç içedir.

Örneğin Watkins’in makalesi yazıldığında söz konusu olmayan bir Podemos-İspanyol Komünist Partisi (“Sol Birlik”) ittifakı, önümüzdeki İspanya seçimlerine Unidos Podemos adı altında girmektedir. Anketlere göre hükümet kurma olasılığı da söz konusudur. Bu seçim cephesinin komünist kanadını temsil eden Alberto Garzon, kimi Podemos liderlerinin siyasete komünist hareket içinde başladığını kast ederek şunları söylemiş: “Kökenlerimiz aynıdır. Onlar, şimdi post-Marksist konumdadır. Biz ise sınıf savaşına inanıyoruz. Fakat halk sınıflarına hizmet tutkumuz bizi birleştiriyor.” (Financial Times, 19 Haziran). Podemos lideri ise, bu cephenin iktidardaki “Halkçı Parti’yi yenilgiye uğratacak bir siyaset alanı açtığını” vurgulamaktadır.

2015 seçimleri arifesinde aynı Podemos’un İspanyol Sosyalist Partisi’ne yaklaşan çizgisini eleştiren bir yazıda, İglesias’ın aşağıdaki demecini aktarmıştım: “Neoliberalizmin Marksist bir eleştirisi pratik politikalar düzleminde büyük sorunlara yol açar. Bizim stratejik tercihimiz ise Avrupa çerçevesi içinde hükümranlığın yeniden kazanılmasına, sosyal haklara, hatta insan haklarına dayalı bir söylemi izlemek; neo-Keynes’çi bir yaklaşımı benimsemek oldu.”  Bu alıntıdan hareketle şu yargıya ulaşmıştım: “İspanya için önerdiği ılımlı gelecek gerçekleştiğinde herhalde Podemos’un lağvedilip, üyelerinin İspanya Sosyalist Partisi’ne katılması uygun olacaktır.”

Podemos, o seçimlerden üçüncü parti olarak çıktı. Sosyalist Parti ve liberal Ciudadanos Partisi ile ılımlı bir koalisyon oluşturma seçeneği üyelere soruldu; %90’lık oyla reddedildi. Podemos’un komünistlerle işbirliği hareketinin ön-koşulları böyle oluştu. Bir yıl önce öngördüğüm (kısmen Syriza’yı hatırlatan) teslimiyetçi çizginin, Podemos tabanı tarafından reddedilmesi, İspanyol solu için yeni bir güzergâh yaratmış mıdır?  Göreceğiz.

Watkins, “yeni sol” değerlendirmesinde Portekiz’i ihmal etmiştir. Bu ülkede, çeşitli Marksist, komünist, sosyalist akımlar tarafından kurulmuş olan Sol Blok, 2015 seçimlerinde üçüncü parti konumuna yükseldi; Komünist Parti de oy oranını artırdı. Sonuç, Sosyalist Parti’nin yeni lideri Antonio Costa’yı bir sol ittifak seçeneğine yönlendirdi. Costa, Portekiz Cumhurbaşkanı’nın engelleme çabalarını aştı; Sol Blok ile Komünist Parti’nin dıştan desteğine dayalı ve kemer sıkma karşıtı bir programla hükümeti kurdu. Bu gelişme, herhalde,  komşu İspanya’daki Unidos Podemos seçim cephesine ilham vermiştir.

Watkins, Melenchon’un liderliğindeki Sol Cephe’ye biraz abartılı önem vermektedir. Bu cephe, 2012 Başkanlık seçimlerinde oluşmuş; Marksist eğilimli çeşitli partileri, bu arada Fransız Komünist Partisi’ni kapsamıştır.  Melenchon ilk turda 4 milyon (%11’i aşkın) oy almıştır. Seçim sonrasında kalıcı bir örgütlenmeye dönüştüğü söylenemez. Örneğin, 2016 baharında başlayan “Gece Ayaktayız” hareketinde; Haziran’daki ve genel grevde ön planda  değildir. Yine de Melenchon, 2017 Başkanlık seçimlerinde de sol muhalefeti temsil etmeye adaydır.

Watkins’in, Beppe Grillo’nun  5 Yıldız Hareketi’ni “sol” kategorisi içine alması ise tartışmalıdır.

İtalya, AB’nin Güney kanadında bir özgünlük içerir: Sosyalist hareketler siyaset sahnesinden tamamen silinmiştir. Şanlı İtalyan Komünist Partisi kendisini “Demokrat Parti”ye dönüştürerek ve burjuva siyasetinin tam merkezine yerleşerek tabuta son çiviyi çakmıştır.

Üç yıl önce 5 Yıldız Hareketi’nin yükselmesini incelediğim bir yazıda şu değerlendirmeyi yapmıştım: “Anlaşılmaktadır ki,  geleneksel/tarihî soldan umudunu yitiren İtalyan halkının önemli bir bölümü, düzen partilerine meydan okuyarak siyaset sahnesine çıkan Beppe Grillo’ya yönelmiş ve böylece kendiliğinden bir toplumsal direnme göstermiştir. Ancak, Marksizmin mirasından koparak oluşan bir protesto sonucu oluşan bu hareket, kendi tabanını, küçük burjuvazi ve dışlanmış kalabalıklar içinde arıyor. Bu potansiyele umut bağlayan siyasetin bir benzeri, geçmişte İtalyan faşizmini iktidara getirmişti. Hatırlamak gerekir.”

Sonraki gelişmeler ve Susan Watkins’in değerlendirmeleri bu öngörüyü galiba geçersiz kılmaktadır. Örneğin, Avrupa’daki aşırı sağcı partilerin ana gündemini oluşturan göçmen karşıtlığı, 5 Yıldız Hareketi’nin gelişiminde öncelik taşımamıştır. Daha da önemlisi, Grillo, açıkça, “sığınmacı akımı, savaşlarımızın ve silahlarımızın ürünüdür”  demektedir. NATO karşıtıdır; Batı’nın Libya, Suriye ve tüm Orta Doğu’ya müdahalesine karşı çıkmaktadır. Göçmen akımının kaynağını oluşturan ülkelere  Marshall Planı’nı andıran, altyapı ve sağlık öncelikli bir yardım programı önermektedir.

Ekonomik politikalarda ise, Grillo, İtalya’nın avro’dan çıkmasını ve bankaların kamulaştırılmasını savunmaktadır.  Bu konumlar, 5 Yıldız Hareketi’ni, solculuk ölçütü bakımından diğer “yeni sol”  hareketlerin ilerisine yerleştirmektedir.

Sosyal demokrasinin canlanan sol kanadı mı?

Watkins’in önem verdiği ikinci gelişme ise, ABD ve Britanya siyasetinde geleneksel sosyal demokrasiye dönüş sinyali veren iki liderle ilgilidir: Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn…  Vermont Eyaleti’nin sosyalist senatörü Sanders, Demokrat Partili değildir; ama bu partinin Başkanlık adaylığına soyunmuştur. Amerikan siyasetinde bu tür özgünlükler vardır. Büyük sermayenin iki geleneksel siyasi örgütünden biri olan Demokrat Parti, ne geçmişi, ne bugünü ile “sosyal demokrat”  olarak nitelendirilemez.

Bernie Sanders ise, gençliğinden beri “demokrat (anti-komünist) sosyalist” hareketler içinde yer almıştır. ABD Sosyalist Partisi’nin efsanevî lideri Eugene Debs’i örnek aldığını açıkça ifade etmiştir. Savaş karşıtlığı nedeniyle hapiste yatmakta olan Debs, 1920’de Başkanlık seçimlerine katılmış ve bir milyon oy toplamıştı. Bernie Sanders ise sosyalist kimliğini açıkça ortaya koyarak 2016 Demokrat Parti ön-seçimlerinde 13 milyon oy (toplamın %43’ünü) almıştır.  Sadece gönüllülerin maddi desteği ile sürdürülen bu kampanya için çarpıcı bir başarı söz konusudur.

Sanders’ın radikal bir program ortaya attığı söylenemez. Dış politika çizgisi, Obama’nın gerisindedir;  Clinton’dan fazla farklı değildir. İktisat politikaları ise Keynes’çi ve yeniden dağıtımcı öğelerden  oluşuyor. Büyük bankaların parçalanmasını; zenginlerin vergi yükünün, kamu yatırımlarının artırılmasını; sağlık sisteminin sosyalleşmesini savunmaktadır.  

Watkins’in “geleneksel sosyal demokrasiye dönüş” bağlamında tartıştığı ikinci örnek, Britanya İşçi Partisi’nin başkanlık seçimini, tabandan gelen güçlü (ve %60’lık) bir  destekle kazanan partinin geleneksel sol kanadından Jeremy Corbyn’dir.

Corbyn’in temel sorunu, parti tabanının onu iktidara getiren solcu dalga ile, İşçi Partisi’nin parlamento grubuna hâkim olan Blair’ci tutuculuk arasındaki uyuşmazlıktır. “New Labour” yanlıları, iktisat politikalarında kemer-sıkmacı neoliberalizme; dış politikalarda ise emperyalist müdahaleciliğe bağlanmıştır. Corbyn’in siyasi sicili ise, 1980’de Thatcher-karşıtı çizgiyi temsil eden Michel Foot’un solculuğunu içerir: ABD ve savaş karşıtlığı, kamuculuk, güçlü bir refah devleti ve zenginlerin yüksek vergilenmesi…

Büyük sermaye ve medya, bu gerilimleri, “Corbyn seçim kazanamaz” savı ile kamuoyuna taşımakta; İşçi Partisi’nin yeni liderini yıpratmaktadır.

***

Susan Watkins, Batı solunda gözlenen bu yeni gelişmeleri, mevcut sistem içinde emeğin sermayeye karşı savunulması olarak nitelendiriyor. Bu nitelemeyi, “reformist sosyal demokrasinin hortlaması” olarak da adlandırabilirdi. “Hortlaması” veya “ikinci hayatı” diyebiliriz; zira, geleneksel sosyal demokrasi otuz küsur yıl önce can vermişti.

Bence, bu hareketler, “mevcut sistem içinde emeği korumak” işlevleri nedeniyle küçük görülmemeli. Buna karşılık, mevcut sistemi, yani kapitalizmi aşma doğrultusunda bir nihaî hedeften yoksun kaldıkları ölçüde eleştirilebilirler. Gelecek inşa edilecekse, emekçiler öncelikle sermayenin azgın saldırılarına karşı korunmalıdır.

Ancak, hangi gelecek? Emeğin sermayeye karşı korunması, “kapitalizmin aşılması” gündemi olmadan; yani sosyalist, komünist, devletsiz gelecek arayışları içermeden kalıcı olarak başarılı olamaz. Devrimci partilerin tarihi mirasları ve süregelen varlıkları bu açıdan önem taşıyor.      

İspanyol Komünist Partisi lideri Garzon, Podemos’la ittifak oluştururken, kendi konumunu açıklarken, “kapitalizmin, aşılması gereken bir ekonomik sistem olduğuna inanıyoruz” demesi bu bakımdan önemlidir.

Batı toplumlarının halkları, bu türden bir arayış içinde oldukları için yeni sol hareketler yaratıyorlar; eskileri canlandırıyorlar.