Bak! Öteki seni çağırıyor!

Gazeteleri açıyorsunuz, internetten haberleri okuyorsunuz; ya hep dindar ve kindar bir söylem ya da hep ölüm ve adaletsizlik var. Üçüncü sayfa haberleri sayfaya sığmıyor; kadınlar, gençler, hukukçular öldürülüyor, özgür basın sussun diye kalem tutan eller tutsak ediliyor, ülkenin batısı şarkı söylerken doğusu ağıt yakmayı sürdürüyor, ufacık çocuklardan tutun yaşlılarımıza kadar gidişata dur demek isteyen herkes insanoğlunun rezilliğinden nasibini alıyor, medya pompaladıkça yalan yahut taraflı haberi halk galeyana geliyor. Yine de dayanıklılığımızı bileyip boyun eğmeyeceğimizi duyumsatarak gerçekleri ve yapılması gerekenleri göz ardı etmeden iyimserliği elden bırakmamak gerek. Ve yıllardır iktidarın belletmeye çalıştığının aksine, "Her zaman toplum ya da hayat bana ne veriyor, bu ilişkiden çıkarım ne olur diye değil, ben nasıl katkı sağlayabilirim, nasıl faydalı olabilirim diye sorun kendinize." (Shorter 2015: 152)

"Günün birinde kocaman bir karga yakaladı. Kanatlarını kırmızıya, boynunu maviye, kuyruğunu da yeşile boyadı. Bir karga sürüsünün kulübemizin üzerinden geçtiğini görünce koyuverdi kurbanını. Aralarına karışır karışmaz amansız bir savaş başladı. Siyah, kırmızı, mavi ve yeşil tüyler uçuştu havada. Kargalar yükselmeye başlamıştı birden, kurbanımızın döne döne tarlaya düştüğünü gördük. Kuş yaşıyordu hȃlȃ. Gagasını açıp kapıyor, kanatlarını oynatmaya çalışıyordu boşu boşuna. Kardeşleri gözlerini oymuşlardı." Kosinski böyle anlatır 'Boyalı Kuş' adlı romanında ötekileştirmeyi. Birilerinin kendini biyolojik ve sosyolojik açıdan konumlandıramadan başkalarını etiketlendirmesiyle sinsice, kurnazca, zalimce oyulan gözlerimiz bakakalır boşluğa. Şiddetin kökeninde tanımama, bilmeme yatar. İnsanların tanımadıklarına karşı önyargıları var. Örneğin; Lazların 12'den sonra kafasının çalışmadığına, Çerkeslerin Ethem'den dolayı hain olduklarına inanıyorlar, çünkü sistem etnik farklılıkları önemsemeyip bu topraklarda sadece Türkler varmış gibi çalışıyor. Bu coğrafyanın egemen kültürü Çerkes tavuğunu, Kürt böreğini, mıhlamayı yiyor; Girit mutfağının tadına doyamıyor, Gürcü şarabını içiyor, Alevilerin sazını dinliyor. Ama hepsi bu kadar.

Dünyada ve ülkemizde toplumsal huzuru yüzyıllardır tehdit eden en büyük unsurların başını çeker ötekileştirme. Etnisite, ten rengi, fiziksel özellikler, din, dil, mezhep, cinsiyet, eğitim, maddi gelir, kent, bölge, semt, aile, meslek, kültür, zekȃ vb. gibi gerçek veya imgesel farklılıklar aracılığıyla uygulanan bu tavır kibir üzerine konumlandırılmış ilkellikten başka bir şey değildir. Bilmediği şeye düşman olması insanın tabiatının gereği sayılsa da tanımaya çalışmayıp önyargıları kırmak için emek harcamamak ilkelliğin en basit yansımalarındandır, çünkü küresel ve yerel ölçekte elzem bir medeniyet unsuru olan hoşgörü bir kenara itildiğinde hep acı veren durumlara şahit olunmuştur. Küresel çapta gücü elinde tutan iktidarların güçlü olmayanlara karşı uyguladıkları baskıdan yerel erkin kendi halklarına karşı uyguladıkları baskıya, hatta halkların kendi içinde birbirine karşı uyguladıkları baskıya kadar ötekileştirmenin tezahür ettiğini biliyoruz.

Bir başkasının yaşam tarzından, kıyafetinden, şivesinden, ırkından, dilinden rahatsız olunduğunda yapılan şey onu yok saymak oluyor. Rahatsızlığın nedenini sorgulamıyor, belki de bu rahatsızlığın temelinde kendimizin yattığını düşünmüyor, insanların birbirine görünmez zincirlerle bağlı olduğunu unutup dünyanın yaşanılır hale gelmesinin salt birkaç aile, zümre veya halkın mutluluğuyla değil tüm insanların mutluluğuyla mümkün olabileceği gerçeğini görmezden geliyoruz ve bu görmezden gelmeler çoğunlukla feci sonlara doğru bizi sürüklüyor. Yahut karşımızdakini ötekileştirmediğimizi, ona saygı duyduğumuzu dile getiriyoruz ama bizim gibi olmayanla ilgili fikirlerimiz ve eylemlerimiz gösteriyor ki karşımızdakine ancak kendi sınırları dahilinde kaldığı sürece hakkını teslim ediyoruz. 'Evet, şunu yapabilirsin ama benim koyduğum kurallar ve sınırlar çerçevesinde,' diyerek reel olmayan ilişkiler kurmaktan kaçınıp ona biricikliğini teslim ettiğimizde, acısını acımız gibi hissettiğimizde hayatın yaşanılır olacağını görmüyoruz.

Şaşılası ama Clinton bile bir konuşmasında şöyle demiş: "Birbirine bağlı insanlardan oluşan dünyadaki her bir sorunun kaynağı, kimliğin yanlış bir şekilde algılanmasıdır. Bizler, farklılıklarımızın ortak yanlarımızdan daha mühim olduğuna inanırız! Benim başkanlığım sırasında bilim insanları, insan genomunun tam haritasını çıkarmayı başardı. Ve gördük ki bu evrende yaşayan insanlar, yüzde 99,9 oranında aynı DNA'ya sahip. Ama nedense bizler, yüzde 0,1'lik farklılıklarımıza saplanıp kalmış durumdayız! Düşünüp durduğumuz tek şey bu. Aslına bakarsanız hepimiz aynıyız. (...) Ve anladım ki bütün insanlık tarihi, zamanla geniş, çok daha geniş yelpazeden insanlarla tanışıp sonunda aynı olduğumuzu, 'diğeri' dediğimiz kişinin bizden biri olduğunu anlamaktan ibaret." (Shorter 2015: 330 - 331)

Tahrip etmek tamir etmekten kolaydır. Halbuki insanın yapacağı en güzel eylem güzelliği, iyiliği görünür kılmaktır. 'Öteki' diyerek yaftalayıp değersizleştirmek için uğraştığımız insanların da tıpkı bizler gibi hayalleri, umutları, sıkıntıları veya hayal kırıklıkları olduğunu görebilmektir mühim olan. Gel, bir de hırslarından, kavgalarından, hesaplarından, paranoyalarından sıyrılıp deneyelim. Bizim gibi olmayana kulak verip hikȃyesini dinleyelim. Artık yumruklarını sıkmaktan, dişlerini  bilemekten vazgeç! Bak! Öteki seni çağırıyor!

* İyimser, Laurance Shorter, Çev: Nihan Çevirgen, April Yayıncılık, 2015.