Ayrımcılık kime yarar?

İleride sınıflı toplumların insanlığın karanlık çağı diye adlandırılacağı kuşkusuz. Sorun, neden bu akıldışılığı şimdi kabullendiğimizde.

Hani şöyle çok çok uzun, biyoloji biliminin yasalarını yok sayacak kadar uzun yaşasak da sınıfsız toplumu görebilsek diyorum, acaba bu günleri anlattığımızda bizim için ne derlerdi? Yani desek ki, ‘eskiden nüfusun yüzde onu, gelirin yüzde seksenini alırdı, bunu yaparken de başkasından daha az çalışırdı; zekâ dersen o da ortalamanın üzerinde değildi.’ Hatta eklesek, ‘ayrımcılık sadece ekonomik temelde değildi, bazı kişiler, fiziksel özellikleri, cinsel yönelimleri, etnik kökenleri vs. nedeniyle de ayrıştırılırdı’.  Sanırım bu mantıksızlığa kimse inanmaz, ‘biyolojik kurallara karşı gelmenin zihin üzerindeki yıkıcı etkisi’ diye açıklamaya kalkardı. Çünkü anlattıklarımın, daha doğrusu yaşadıklarımızın akıl alır bir tarafı yok. İleride sınıflı toplumların insanlığın karanlık çağı diye adlandırılacağı kuşkusuz. Sorun, neden bu akıldışılığı şimdi kabullendiğimizde.

Bana garip gelen, sınıfsal ayrımın ideolojik temellerinden biri olan miras hukukunun ve bunun kültürel tamamlayıcılarından olan düğün/dernek işlerinin ilerici kesimlerce de benimsenmesi, hatta savunulması. Bana bunlar bir tür mülkiyetin kutsanması etkinliği gibi geliyor. Sanki Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni yazılmamış gibi. Neyse, konunun bu yanı daha derin; ben görece kolay olan ekonomi dışı ayrımcılık üzerine okudum bu hafta çünkü bu da insanlar arasındaki eşitsizliği olağanlaştırmaya yarıyor.   

Gerçekten de bu açıdan bakıldığında egemen gücün elinde her zaman etkili bir enstrüman olduğu görülür çünkü yapay ayrımlarla ve elbette çeşitli düzeylerde düşmanlıklar yaratılarak sömürü ilişkisi gizlenir. Türk-Kürt, Alevi-Sünni ayrımı olmasa, eminim Denizli-Aydın ayrımı gibisinden bir şeyler yaratılırdı; üstelik altı doldurulup, teorik metinler üretilip, açıklamalarda kullanılırdı. Hatta ayrımcılık o denli kanıksanırdı ki, pek çok kez kişi ayrımcılık yaptığının farkına bile varmazdı. “Ayrımcılık başkaları tarafından ve bilhassa kendimize benzeyen insanlara karşı yapıldığında kolayca teşhis edebildiğimiz bir olgu. Ama ayrımcılığın faili biz olduğumuzda da bizim açımızdan görünmez hale gelen bir şey”. Orhan Kemal Cengiz’in bu sözleriyle başlıyor Türkiye’nin Ayrımcılık Sorunu kitabı. Gerçekten de ayrımcılık yapan kişiler sıkça ‘bizde ayrımcılık yok’ sözünü kullanır. Oya Baydar yıllar sonra okul arkadaşlarıyla toplandıklarında “Biz ayrı gayrı bilmezdik. Nerden çıktı bu düşmanlıklar nasıl bu hale geldik” dediğinde, Ermeni arkadaşının içine çok oturan şu sözlerini aktarır: “Evet, siz bilmezdiniz ama biz bilirdik.” (1)

Türkiye’nin Ayrımcılık Sorunu’nda bir sempozyum bildirileri çerçevesinde etnik, dinsel, cinsel pek çok ayrımcılığa kısaca değiniliyor ve nefret suçu kavramı içerisinde soruna yaklaşılıyor. Konunun içine girdikçe farklı olan değil de, farklılaştırılan olduğu görülüyor. Bu arada yapay ‘mağdurluk’ yakınmalarına karşı da dikkatli olmak gerekiyor. Sünniliği anlatmaya çalışıyorum; hem ülkenin yüzde doksan sekizinin Müslüman olduğunu iddia et, hem tüm kurumlarıyla iktidarda ol, hem her gün dinin toplum üzerindeki baskısını artıran bir girişimde bulun, sürekli ayrımcılık yap, üstelik savunduğun ideoloji de özünde ayrımcılık içersin, bir de kalk, özellikle türban üzerinden mağduriyet üretmeye devam et. Yeter ama!

Kitapta tek anlayamadığım nokta, toplantıyı düzenleyen Tahir Elçi Vakfı’nın neden kitabı “ABD Büyükelçiliğinin maddi katkılarıyla” bastığı oldu.

KÜNYE: Türkiye’nin Ayrımcılık Sorunu. Tahir Elçi Vakfı Yay., 2022. Vakıftan bulunabilir mi, bilmiyorum; sahaflarda 50-75 TL arası.

Neyse, ayrımcılık denilince Baskın Oran’ın Küreselleşme ve Azınlıklar kitabından özellikle bahsetmem gerekiyor. Aslında bir kitap olarak düşünülmemiş; Oran, “Milliyetçilik ve Azınlıklar” dersinin notları biçiminde hazırlamış. Böyle olunca bir kitap bütünlüğü yok ama temel kavramlar, tarihi perspektif ve güncel siyasi bağlantılarıyla birlikte tam olarak ‘üniversite öğrencisiyle tartışır’ gibi aktarılmış. Sonuçta tartışmalı tanımlar, her yönün düşünceleriyle birlikte verilirken, “azınlık kavramının 16. yüzyılda, ulusal devletin ortaya çıkışıyla aynı zamana rastlaması” (s.66), özellikle dikkat çekiyor.

Bence Küreselleşme ve Azınlıklar iki nedenle okunmalı; öncelikle ayrımcılık meselesinin temellerini etnik azınlıklar üzerinden görebilmek için. İkincisi ise üniversite eğitimi açısından. Düşünsenize “Milliyetçilik ve Azınlıklar” isimli bir ders varmış Ankara SBF’de. Yine düşünsenize, konu ne doğrudan mesleğe yönelik ne de bir temel bilim. Sadece entelektüel formasyon için, tartışmaya açık, kısa dönemde ‘çıkar’ sağlamayacak; sözcüğün tam anlamıyla bir üniversite dersi. Baskın Oran da konuyu bu anlayışa uygun, “şu nokta kesin olarak şöyledir” demeden tartışıyor, anlatmıyor. Kitap bitince akılda, tam da iyi bir üniversite dersinde olması gerektiği gibi, yine çok soru kalıyor. Akademide ders veren herkes okumalı bence.

KÜNYE: Küreselleşme ve Azınlıklar. Baskın Oran, İmaj Yay., 5. Baskı 2009.Liste fiyatı 50 TL.

Ayrımcılık konusuna dönecek olursam, sorunun günlük yaşamın her yerine sızdığını rahatlıkla söyleyebilirim. Örneğin, “üst kattaki ailenin çocuklarının gürültü yapmasına duyulan tepki sıradan bir çatışmayken, bunun ‘Suriyeliler çok çocuk yapıyor, onlar da gürültü’ haline getirmek ayrımcılıktır.” Başka yerleri bilmem ama bizim ülkemizde insanlar genelleme yapmaktan çok hoşlanır. Hepimiz, her ortamda “Bu ülkenin en büyük sorunu……..” şeklinde konuşmalara sıkça tanık oluruz; sanki bütün sorunları irdeleyip en önemlisini seçmiş gibi. Böyle genellemeler bir tür önyargıdır ve devlet çok iyi kullanır. Medya ve Nefret Söylemi kitabında konu çeşitli yönleriyle ele alınırken Melek Göregenli’nin şu saptaması önemli: “Önyargılar oluşturma ve ayrımcılık, iktidarın kendi konumlarını sürdürmek amacıyla hiyerarşik toplum örgütlenmesinin sürekliliği açısından gereklidir; bu anlamda asıl aktörü, hiyerarşik toplum örgütlenmesinde yukarıdaki konumlarını koruma ihtiyacında olan güç sahipleri olsa da, ayrımcılığın bu denli yaygın olabilmesi, onu normalleştirip meşrulaştıran büyük çoğunluğun seyirci ya da aktif uygulayıcılar olarak onaylamasıyla mümkündür” (s.40). Bu noktada medyanın işlevi önemli hale gelir ve kitapta çok sayıda örnek bulmak olası: “Eşcinsel öğretmen işten kovuldu, Yunanlı tacizciye linç girişimi, Yahudi iş adamı intihar etti” gibi. Ama asla “Heteroseksüel öğretmen işten kovuldu, Türk tacizciye linç girişimi, Müslüman iş adamı intihar etti” gibi haber okumayız. Böylece ayrımcılık her an yeniden üretilmektedir.

Kapitalizm gibi siyasi temeli milliyetçilik olan bir sistemin ayrımcılığın en alasını yapacağından kuşku duymamak gerek; hem genel egemen sınıf refleksinden, hem de bizatihi kurucu ideasından. Hele bir de Türkiye gibi uluslaşma sürecini geç ve bu yüzden de sancılı yaşamış bir ülkedeyseniz ayrımcılığın üst örneklerini görmek şaşırtıcı değildir.

KÜNYE: Medya ve Nefret Söylemi. Editör: Mahmut Çınar. Hrant Dink Vakfı Yay., 2013. Liste fiyatı 80 TL.

Gerçekten de Ermeni ve Kürtlere ayrımcılık yapılmadığını savunabilecek kimse olmadığını düşünüyorum. Anımsarsınız, devletin en üstündeki kişi “affedersiniz Ermeni” demişti. Yani durum gerçekten çok vahim. Vahakn N.   Dadrian Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller kitabında sorunun kökenini belgeler ışığında açıklıyor. Dediğim gibi, uluslaşmanın ama özellikle geç uluslaşmanın sıkıntılarını hala yaşıyoruz. Ermeni sorunu yine aynı dönemin ürünü. Balkan Savaşı’nın kaybedilmesi, Avrupa’daki toprakların önemli ölçüde elden çıkması üzerine özellikle İttihat ve Terakki içerisinde ulus-devlet düşüncesinin yaygınlaşmasıyla birlikte, aynı sorunun doğuda, Ermeni bölgesinde de yaşanması korkusu ortaya çıkar. Ayrıca Ermenilerin yoğun olarak bulunduğu bölgeler Pan-Türkist hayaller için de önemli bir engel oluşturuyordu. Yani tehcirin nedeni uluslaşmaydı. Falih Rıfkı Atay’ın, ki sözleri devletin resmi görüşü olarak kabul edilebilir, dediği gibi, “Birinci Dünya Harbinden önce Anadolu’da Türk ve Müslüman olmayanların nüfusu yüzde kırka yaklaşmakta idi... Ne acıdır ki bu facia (tehcir) olmasaydı Kuvay-i Milliye hareketi tutunamazdı.”(2)  Ve sonuçta Hrant Dink’in “Her Ermeni bir belgedir” sözüne geliriz.

Soykırım tartışmalarında anlayamadığım iki nokta var. İlki, soykırım yok diyenlerin yazdıkları kitaplarda sürekli Ermenilerin öldürdüğü Türklerden söz etmeleri. Bana bu çok saçma geliyor çünkü, diyelim Ermeniler Türkleri öldürdü, hatta ilk onlar başlattı. Bu neyi değiştirir ki? Bu soykırım olmadığını göstermez ki. Yani ‘soykırım yaptık ama haklıydık’ mı demek istiyorlar? İkinci anlayamadığım nokta ise soykırımdan dolayı özür dileme meselesi. Ben geçmişte yaptıklarına katılmadığım, o yıllarda yaşasaydım olasılıkla karşısında olacağım, kendileriyle çatışacağım kişilerin yaptıkları için neden özür dileyeyim ki? Bence bu bir tür örtülü milliyetçilik, ‘benim milletimden kim ne yaptıysa sorumluluk benimdir’ demek; bir grubu milli özellikler üzerinden tanımlayıp, hepsini aynı görmek demek. Umarım ileride AKP’nin yaptıklarından dolayı aynı mantıkla, yine bizden özür dilememiz istenmez.

KÜNYE: Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller. Vahakn N. Dadrian. Çev.: Atilla Tuygan, Belge Yay., 2004. Sahaflarda 30-400 TL.

Ayrımcılıktan bahsedip de Kürt sorununa değinmemek olmaz çünkü Kürt sorunu, ulusal bir sorun olduğu kadar sınıfsal sorun olduğu da en belirgin bir biçimde ortada olanı. “Kürt emekçileri Türkiye kapitalizminin yedek sanayi ordusu ile düşük işlerde istihdam edilen işgücü bölmesini ağırlıklı olarak doldururlar. Kürtlere karşı diri tutulan ayrımcılık, açık anlamını kapitalist sömürü ilişkilerinde kazanıyor. Kürt sorununu bölgesel eşitsizlik ve bölgenin kalkınmasına, ulusal-kültürel haklara, köylülük sorununa vb. indirgeyen yaklaşımların karşısına Kürt sorununun bir emekçi sorunu olduğu tezi çıkartılmalıdır.” (3) Bugünlerde Suriyelilerin yoğun bir biçimde çalıştırılması bu gerçeği değiştirmez. Artık, böyle bir sorun olup olmadığını söyleyen değil de çözümü tartışmayan kalmadı. Anımsatayım, eskiden bırakın sorun demeyi, bu ülkede Kürtler var demek bile suçtu. Cuma Çiçek’in Güç Paylaşımı ve Ademi Merkeziyet kitabında anlattığı gibi “Kürt coğrafyasının üniter yapı dışında kurulmuş özel yöntemlerle idare edildiğini görürüz: 1927-1952 yılları arasında uygulamada olan Umumi Müfettişlikler (yani olağanüstü hâl yönetimleri), 1960, 1971, ve 1980 darbeleri, 1987-2002 Olağanüstü Hal Yönetimi (OHAL) ve son olarak 2016 yılından sonraki kayyum yönetimleri”.

Çiçek, daha çok çözüm seçenekleri üzerinde dursa da kendi sözleriyle “Kürt meselesi geçmişle kıyaslanmayacak düzeyde uluslararasılaşmıştır ve Türkiye’nin bir iç sorunu olmaktan çıkıp ABD ve Rusya’nın doğrudan müdahil olduğu sınır-ötesi ve bölgesel bir soruna dönüşmüştür” (s.11). Durum böyle olunca, kitabın isminden de anlaşılacağı gibi, daha çok “güç paylaşımı” olarak adlandırdığı seçenekler üzerinde duruyor. Özerklik kavramının 1921 Anayasasında yer almasını ise bir tür taktik olarak değerlendiriyor çünkü anayasanın yapımı hemen Sevr Anlaşmasının arkasına denk geliyordu.

İlginçtir, federasyon benzeri tezler Türkiye’nin en gerici kesimleri tarafından üretilmiş. Örneğin, “Kenan Evren’in 1983’te hazırladığı ve Türkiye’yi sekiz bölgeye ayıran kararnameyi hükümet reddetmişti” (s.44). Turgut Özal’ın da sonradan benzer projeleri olduğunu biliyoruz. Yine ilginç başka bir nokta da Abdullah Öcalan’ın “Federasyon veya otonomi gibi teritoryal egemenlik paylaşım modelleri, feodalite ve aşiretçilik gibi gerici toplumsal yapıları besleyecek modellerdir” (s. 55) diyerek karşı çıkmasıdır. 

Neyse, kesin olan tek şey ayrımcılığın sadece egemenlere yaradığı ve kalanların bu işe alet olmaktan öteye gidemediğidir.

KÜNYE: Güç Paylaşımı ve Ademi Merkeziyet. Cuma Çiçek, Hafıza Merkezi Yay., 2021. Merkez sitesinde pdf’si var.

 

(1) Baydar O, Ulagay M. Bir Dönem İki Kadın. Can Yay., 2011. s 35.   

(2) Atay FR. Çankaya. 1969. s.449-50.

(3) Güler A. Yolları Birleştirmek. Sosyalist Devrim ve Ulusal Sorun. Gelenek, 2001. s.102.