Ayışığında, martı sesleri arasında Casablanca izlemek

Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) olarak dün gece Büyükada’nın açıkhava sinemasında gerçekleştirdiğimiz halka açık, ücretsiz Casablanca gösterimi sinemaseverlerden en iyimser beklentilerimizi dahi aşan, büyük bir ilgi gördü. Açıkhava Lale sinemasında merdivenler, koridor dahil her yer tıklım tıklım dolmuştu ve ayakta kalanlar, hatta belki yer kalmadığından geri dönenler dahi oldu.

Casablanca kuşkusuz sinemasever camianın belleğinde müstesna yeri olan bir film olmasına karşın, televizyonlarda sık sık gösterilmiş olduğu için sevenlerinin ezbere bildiği, öte yandan izlememiş olabilecek en yeni kuşakların ise “eski”, siyah-beyaz bir film diye cazip bulmayabileceği biraz riskli bir tercihti belki de. Ancak dün geceki gösterimde yaşanan izdiham hem Casablanca’nın kült niteliğini, hem de sosyal bir pratik olarak sinemanın ritüelistik özelliğini teyit etti. Gösterim esnasında ve sonrasında izleyicilerin twitter başta olmak üzere sosyal medyada yaptığı paylaşımlardan Casablanca’yı bir de sinema ortamında, büyük perdede izlemiş olmanın, adeta ileride filmin sözü açıldığı ortamlarda, örneğin televizyonda gösterildiğinde “ben onu sinemada izlemiştim” diyebilecek olmanın, belki de bu sayede filmi onyıllar önce vizyona girdiğinde sinemada izlemiş olanlarla artık kendini aynı ligde sayabilmenin hazzı hissediliyordu.

Öte yandan Casablanca gösterimimizin yalnızca herhangi bir sinemada değil, bir açık hava sinemasında gerçekleşmiş olması da ayrıca açık hava sinemasında film izleme pratiğini bu satırların yazarı dahil kimilerimizin ömürlerinde ilk defa, kimilerimizin onyıllar sonra tekrar deneyimleyebilmesini, Lale sinemasının müdavimi olan ada sakinleri açısından ise belki de uzun bir aradan sonra ilk kez bu kadar tıklım tıklım bir ortamda yaşabilmesini sağlamış oldu. Kendi adıma festival ortamlarında baston yutmuş gibi kaskatı bir ruh halindeki kalabalıklar içinde ve de antraktsız film izleme pratiğinden son derece bunalmış bir sinemasever olarak neredeyse herkesin çekirdek çıtladığı ve de bazılarımızın zulalarındaki malum diğer içecek ve erzağı yanlarındakilerle paylaştığı bir film izleme deneyimde bulunmanın çok hoş olduğunu söylemeliyim. Karanlık içinde anonimleşirken bir kolektifin parçası olmanın, daha doğrusu bir kolektifin oluşmasının tezahürüydü bu. Tabii ki bütün bu sayılanlara bir de gösterimin zaman zaman bulutlar arasına giren ay ışığında ve adada olmamız sayesinde martı sesleri arasında gerçekleşmesini de eklemek lazım ortamın “büyülü” ambiansını aktarabilmek için.

1952’de açılmış olup ülkemizde sinemanın krize girdiği 1980’lerdeki bir ara dönem hariç günümüze dek faaliyetini sürdürmüş olan Büyükada’daki Lale sineması, hem Istanbul’un en eski sinemalarından biri, hem sayıları gittikçe azalan bağımsız sinemalarından biri, hem de muhtemelen şehrin artık düzenli film gösterimi yapılan tek açıkhava sineması. Adalar Belediyesi tarafından sübvanse edilen ücretsiz gösterimimizin bu sinemaya hem tanıtım, hem de maddi açıdan mütavazi de olsa destek sağlamış olduğunu düşünüyoruz. Sinema sektörünün yapım ve dağıtım alanlarında olduğu gibi gösterim (salon işletmeciliği) alanında da yaşanan tekelleşmenin dayatmakta olduğu tek tipleşmenin, sinemayı alışveriş merkezlerine hapseden süreçlerin önüne geçmek için kuşkusuz yapılması gereken çok şey var ancak “bu daha başlangıç, mücadeleye devam”.

Casablanca’nın öyküsü de, dün gece tekrar duyumsadığımız üzere, aslında bir anlamda “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” öyküsüdür. Konusu 2'nci Dünya Savaşı günlerinde geçen bir aşk etrafında dönen 1942 yapımı filmin, 2’nci Dünya Savaşı’na dair bugünkü anlamda “tarihi” bir film olmadığını, yani yapıldığı ve ilk gösterildiği dönemde güncel bir film olduğunu, savaşın sürmekte olduğu ve kazanan tarafın kim olacağının henüz belli olmadığı günlerde çekilmiş ve ilk olarak izlenmiş olduğunu unutmamak gerek. Savaş döneminde Nazi işgalinden kaçan mültecilere bizzat yardım etmiş anti-faşist bir karı-koca tarafından kendi deneyim ve gözlemlerine istinaden yazılmış ama sahneye konulmamış bir tiyatro oyununun sinema uyarlamasını gerçekleştiren senarist ekibin içinde daha sonra solcu kimliğinden dolayı ‘kara listeye’ alınacak Howard E. Koch’un yeralmış olduğu da filmi anlamdırmak için önemli veriler. ABD’nin savaşın ilk yıllarındaki tarafsızlığını yeren ve açıkçası son tahlilde bir Hollywood yapımı olarak ABD’nin Avrupa’ya hamiliğini öneren metaforlarının yanısıra, eski bir solcu veya sol sempatizanı olduğu ima edilen ama mücadelenin dışına çıkmış veya belki de öyle görünmeyi tercih eden Rick’in Nazi karşıtı direnişe katkı yapan bir noktaya gelmesinin öyküsü aynı zamanda Casablanca. Dolaysız siyasi bağlamının ötesinde baktığımızda ise, gösterim öncesinde Fatih Özgüvenin yaptığı kısa sunumda dile getirdiği benzetmeyle adeta Hollywood’un Selvi Boylum Al Yazmalım’ı, bir fedakarlık öyküsü. Rick’i canlandıran Humphrey Bogart dün gece büyük perdede göründüğünde salondan yükselen alkışlar yalnızca yadsınamayacak bir karizmaya değil, bu karizmaya içkin ve onunla karşılıklı olarak birbirini besleyen değerlere de tutulan alkıştı kanımca.