Sayın Başbakan, meclisteki son grup toplantısında Paris’te düzenlenen ‘Charlie Hebdo’ yürüyüşüne ‘hangi kimlikle’ katıldığını/katıldığımızı açıkladı : “Paris’teki yürüyüşe ‘Avrupalı kimliğimizle’ katıldık …”
‘Avrupalı kimliğimiz’ – bunu bir kenara koyup, neredeyse aynı gün Fransa hükümet çevrelerinden yapılan ve Fransa’nın bundan böyle izleyeceği ulusal eğitim politikası için öngörülen bir yasal değişikliğe ilişkin açıklamayı vurgulayalım. Bu yasa değişikliğine göre, bundan böyle Fransa’da, eğitimin bütün kademelerinde “laiklik kavramının önemi yeniden ele alınıp işlenecek”; ayrıca Fransa’daki ortaöğretimde yine bundan böyle aynı amaçla, yani laiklik kavramının ülkenin gençlerinin bilinçlerinde yeterince kök salabilmesi için “öğrencilerin aileleriyle ortak çalışmalar da gerçekleştirilecek”. Bu değişikliğin amacı da şöyle dile getirildi : “Çünkü laiklik kavramı, bir toplum olarak birlikte yaşayabilmemizin koşuludur …”
Büyük Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği iklime yakışır bir tavır. Ve bundan öte, aynı zamanda ‘Avrupalı kimliği’nin de özeti.
Bize gelince –
Paris’te, Özgürlük Meydanı’nda başlatılan o görkemli toplantıya neden ‘Avrupalı kimliğimizle’ katıldığımızı ayrıca vurgulamak gereğini duyduk?
Yıllar öncesinde, Avrupa Birliği’ne girme çabalarımızın ilk gününden başlayarak, Avrupalı olmayı gerçekte hiçbir zaman istemediğimiz, dahası aklımızın kenarından bile geçirmediğimiz için.
‘Avrupa Birliği’ olayı, bizim iklimlerimizde hep bir ‘Avrupa Birliği yalanı’ olarak kaldığı için.
Peki bu, neden böyle?
Çünkü laiklik, bizde 10 Kasım 1938 günü, yani Mustafa Kemal’in son nefesini verdiği gün duraklama dönemine girdiği, Mayıs 1950’den, yani Demokrat Parti’nin iktidara geldiği tarihten günümüze kadar da bir çöküş sürecini yaşadığı için.
Ama bu durumun, yani laiklik karşıtlığının kökleri tarihimizde çok daha önceye uzanıyor. Aslında bu bağlamda söze şöyle de başlayabiliriz : ‘laiklik’, Osmanlının çöküş sürecindeki ‘Aydınlanma’ ve ‘Batılılaşma’ hareketlerinin hiçbirinin odak noktasında yer almadı. Zaten bu hareketler ‘çağdaşlaşma’ gibi toplumsal bir ihtiyaçtan değil, fakat yükseliş döneminde savaş alanlarında yenilgi nedir bilmemiş bir imparatorluğun bilim ve teknikte çok ilerleyen Batı karşısında gittikçe daha çok savaş ve toprak kaybetmesinden kaynaklandı. Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu, sınırları içersinde yaşayan azınlıkların haklarına Batılı devletlerin sahip çıkmaya başlamasıyla birlikte bu hakları güvence altına alma ihtiyacını hissetti.
Yani kendi halkına modernleşmenin doğal gereği olan hakları ve eşitlikleri tanıma hedefi değil, kendini Batıya beğendirme uğruna ‘gibilerle’ idare etme çabası!
En radikal yenilik hareketi olarak gösterilen Tanzimat’ı başlatan 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu’un ilk paragrafı şöyledir:
“Yüce devletimizin, kuruluşundan beri Kuran ve şeriat ilkelerine uygunluğundan saltanat güçlü, halk da mutlu olmuştur. 150 yıldan beri ise bunun tersi yapıldığından zayıflık, yoksulluk ve çöküş baş göstermiştir. Oysa şeriat kurallarına uymayan devlet payidar olamaz.”
İktidarın laikleşmesi, teknik buluşların benimsenmesi, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılarak aklın ve düşüncenin öne çıkarılması yerine hâlâ şeriat hükümlerine atıfta bulunan bir hareketin ‘aydınlanma’ sonucunu verebilmesi olanaksızdır. Zaten bu yüzden İmparatorluk, Cumhuriyet’e yüzde doksan beşi okuma ve yazma bilmeyen bir halkı miras bırakacaktır!
1923’ten, yani Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Mustafa Kemal’in “Türkiye Cumhuriyeti olarak çağdaş uygarlık düzeyini yakalama” hedefi, hem bir aydınlanma seferberliğinin, hem de bu aydınlanmayı hiçbir taklide kalkışmaksızın ve kendini hiç kimseye beğendirme zorunluluğunu ön plana çıkartmaksızın gerçekleştirilmesinin özetidir. 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte gösterilen yeni hedef, yani Türkiye’nin ‘Küçük Amerika’ olması hedefi ise taklitçilik yanı ağır basan, modernleşmeyi yakalamış devletler karşısında aşağılık duygularına kaynaklık edebilecek ve bundan ötürü de hastalıklı bir modeldir. Bu modelde laikliğe yer yoktur.
Ama, istendiğinde, ‘biat kültürü’ne yer vardır!
Şimdi varılan noktada ‘Biz oraya Avrupalı kimliğimizle gittik’ sözü, aslında sürekli bir Avrupa Birliği yalanının tekrarından başka bir şey değildir. Çünkü ,ana okullarından başlayarak eğitimin tamamının din ağırlıklı düzenlendiği, yani düşüncenin ve düşünmenin yerini bütünüyle inancın aldığı bir ülkenin Avrupalı kimliği’nin olabileceğini düşünebilmek bile söz konusu değildir.
Amaç, kendimizi Batıya aslında sahip olmadığımız bir kimliğin taşıyıcısı gibi göstermektir.
Hem de Büyük Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği topraklarda!