Ateş, ateş, ateş…

1960’larda yakılan özgür caz ateşinden bugünlere bir yol var (*). Belli kilometre taşlarına, işaretlere ve alevlere baka baka takip edelim mi şimdi:

Ateş müziği bu. “Fire Music”... Aynı adlı Archie Shepp albümünü de getirse akla, çok daha ötesi. 

Yeni bir şey bu, yepyeni bir şey. “The New Thing”... Aynı adlı John Coltrane/Archie Shepp albümünü de getirse akla, çok daha fazlası. 

Devrim bu, Ekim devriminin müzikal yansıması. “October Revolution”... Aynı adlı Bill Dixon etkinliğini, deneysel performansları, tartışmaları ve 30 yıl sonra kaydedilen anma albümünü de getirse akla, çok daha başka sanatçılar ve albümler de var işin içinde. 

1960’lı yılların tam orta yerinde, birçok zihin, tek başına yahut birlikte, kopuş arayışı içerisinde. Arayışın rengi, siyah genelde. Siyah ve özgürlükçü; uzaklardan/derinlerden gelen mirasını sorguluyor, onun tıkandığı noktalardan yeni bir çıkış ve kopuşla ortalığı ateşe vermek istiyor. Etiği ve estetiği birlikte düşünüyor. Müziği ve müdahaleyi. Bireysel haykırışları ve sosyal patlamayı yan yana koyuyor. Toplumsal eşitsizliğe ve iktidarın şiddetine karşı has sanatın diliyle, neleri, nasıl anlatabileceğini ve değiştirebileceğini düşünüyor. Ateş her yeri, herkesi tutuştursun istiyor. Büyüyor, parlıyor, çoğalıyor... 

Müzikle büyüyen ateş bir yanda, Amerikan toplumunun siyah nüfusuna yönelen ateş tehdidi diğer yanda. Hep ateşe atıp duruyorlar siyahları. Ortalık yangın yeri o yıllarda, bıçak hep kemiğe dayanmış, dönüşüm ihtiyacı gelmiş kendini dayatmış durumda. Her şey sınırda, en uçta, yüksek basınçta. Okulda, sokakta, otobüste, sinemada, konser salonunda... ayrımcılık devam edecek mi, yoksa toplumsal basınç bir son verebilecek mi olana bitene acaba? Nereye kadar gidecek mücadele, yeni tasarılar var mı ortada? (O yıllardaki basınç seviyesi ve mücadele gerilemiş gibi görünse de, bugün de ateş altında siyahlar; yakılmıyorlar belki ama hâlâ ve özellikle polis şiddetine, en ufak bir “şüphe”de ateşlenen silahlara, kurşunlara maruz kalıyor, katlediliyorlar.) 

Kardeşini yakan ateşle birlikte içini yakan ateşi de dışarı çıkarıyor sanatçı. Canhıraş ve serbest çığlıklar atıyor, her şeyi dışarı üflüyor (“out jazz”). Kurtuluşu ve özgürlüğü arıyor, eşitliği ve adaleti sorguluyor. Kurulu yapının/düzenin sağlam mevzilerini kundaklıyor. Yeni ve sahici bir anlatım bulmalı bunun için. Ateşi yakalayabilmek ve yayabilmek için. Yeni formlar, yeni deneme ve bağlantılar, yeni ritim ve akorlar belki... 

Amaçları konusunda tartışır, ortak paydalar belirlemeye çalışır, kolektif deneyimlere yönelirken; araçlarını da sorguluyor sanatçılar. Eldeki araçları; eskiden nefesli, tuşlu, telli, vurmalı gibi ayrımlara tabi tutulan enstrümanları, tek bir noktada birleştirmeli belki de: Ateşli enstrümanlar!.. 

Eski ile yeninin ilişkisinde sembollere yönelmek 

Yeninin ve geleneğin ilişkisi en büyük tartışma konusu her zamanki gibi. Her sıçramanın temel meselesi bu değil mi; süreklilik ve kopuş diyalektiği. Bir yandan geçmişte yakılan ateşi bugüne taşırken, diğer yandan bugünkü kıvılcımın, tutuşmanın ve patlamanın farklılığını ortaya koymak. Miras orada, son dayandığı noktada “hard bop”ta. Charlie Parker var içinde, Monk var, Mingus var, Gillespie var, Roach var, Ellington var… Daha evvelinden, blues ve soul da içinde bütün Afro-Amerikan geleneği zorluyor aklını. Şimdi sırası işte; dağılıveriyorlar hep yeni uçlara, yeni yerlere, yeni seslere, o adı konamayan “yeni şeyler”e… 

Mirası sürdürürken, onun bir kanalını/kanadını ucuna kadar götürüp koparıvermeli. O kadar çok doldu ki küp, taşı(rı)vermeli. Bebop ve hard bop’a yaslanırken onun standartlarının dışına çıkmalı şimdi. Blues devam etmeli ama yeni formlarda. Her şey yeni kanallarda akarken, yeni kanatlarla uçabilmeli. 

Etrafta olan bitenler malum. Sembol isimler (Malcolm X, Martin Luther King, Rosa Parks, Medgar Evers vb.) ve sembol olaylar (Alabama yangını, Montgomery Otobüs Boykotları, Eşit Eğitim Eylemleri, 1964’ün İnsan Hakları Hareketi vb.) karışıyor hep içlerine. İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye (“inside/outside jazz”). Yenilikçi arayışların, ateşli çıkışların peşindeki zihinler, bu sembol ve değerlerle meşgul sürekli. 

Ateşi tutuşturanlar, John Coltrane, Archie Shepp, Albert Ayler, Bill Dixon, Cecil Taylor, Marion Brown, Grachan Monchur, John Tchicai, Don Cherry, Eric Dolphy, Andrew Hill, Rashied Ali, Anthony Braxton, Sam Rivers, Sunny Murray, Sonny Simmons, Lester Bowie, Ken McIntyre, Jimmy Lyons, Horace Tapscott, Julius Hemphill, Joe Henderson ve daha niceleri, birbiri peşisıra kayıtlar yapmaya, konserler vermeye, bu sembolleri yeniden ifade etmeye, yaşatmaya, ateşi büyütmeye başlıyorlar. 

Archie Shepp’in “Ateş Müziği” albümünde, Malcolm X’e okunan bir şiir de var (“Semper Malcolm” – Daima Malcolm); Stan Getz’le ünlenen o hafif “Girl From Ipanema” bestesinin ters yüz edilmesi de, Luis Bunuel’in filminden esinle bestelenen “Los Olvidados” (Unutulan) da. (Andrew Hill “Black Fire”ı [Siyah Ateş], Sonny Simmons “Firebirds”ü [Ateş Kuşları] kaydediyor aynı yıllarda. Jimi Hendrix de “Fire” diyecek az daha sonra, başka bir dünyada!). 

“Newport’taki Yeni Şey”de, ağıdı ve umudu kaynaştırırken (“Le Matin Des Noire” - Siyahların Sabahı) yahut bir junkie’nin hayatını ve çıkışsızlığını haykırırken (“Scag” - Eroin); yine hep ateş ve çığlıkla dile getiriyor derdini Shepp. Konser sahnesini ve albümü paylaştığı ustası John Coltrane’den el alarak biraz da. 

Trompetçi Bill Dixon’ın 1964 senesinde Manhattan’daki 4 günlük “Ekim Devrimi” etkinliğine, aralarında Sun Ra ve Cecil Taylor’ın da olduğu müzisyenler katılarak dünyanın ilk özgür caz festivalini gerçekleştiriyorlar. Ateşin isyana, isyanın devrimsel bir kopuşa dönüşmesini, kopuşun halkla buluşmasını tartışıyorlar. Yeni bir kolektif/kooperatif kurulabilir mi, bunu değerlendiriyorlar. (Kuruluyor ama hızla dağılıyor ardından. 1970’lerde Sam Rivers’ın çatı katındaki “Rivbea Stüdyosu” ve buradaki “loft” buluşmaları ve kayıtları canlandırıyor aynı girişimleri daha sonra.)

Ateş o günlerden bugüne hep yanarken, diğer biçimleriyle olduğu gibi festival formuyla da dolaşıyor hâlâ aramızda. Örneğin bugün William Parker’ın sürdürücülüğünde, Charles Gayle, Milford Graves, Oliver Lake, Marshal Allen, Roscoe Mitchell, Jemeel Moondoc, Wadada Leo Smith, Kidd Jordon gibi Amerikalı ustaları ve Peter Brötzmann, Karl Berger, Paul Dunmall, Joelle Leandre, Han Bennink gibi Avrupalı konukları bir araya getiren, müzikle birlikte şiir, dans, fotoğraf ve video performanslarına, tartışmalara da yer veren ve 20 yıldır devam eden “Vision Festival”, Dixon’ın başlattığı Ekimci kopuşun devamı niteliğinde. 

Müzikal olarak da ateşe ateş katmaya, doğaçlamaya, toplumu yakan sorunları doğaçlaya doğaçlaya anlatmaya devam ediyor yüzlerce sanatçı. 

Doğaçlama ve beste

Doğaçlama meselesi biraz tartışmalı tabii. Özgürlükçü, deneyci, maceracı, enerji dolu, uzlaşmaz, otantik, barışçı ve her durumda ateşli… Yeni çıkışın ayrılmaz özellikleri arasında bunlar. 

Ortaklaşmalar bir yana, müzikal olarak çatallanabiliyor arayışlar doğal olarak… Önceden kestirilemeyen, anlık kararlarla, içgüdülerle fikirlerin alışverişinde emprovizasyona ağırlık veriyor kimileri. Özgür cazı seçiyor, özgür doğaçlamaya ağırlık veriyor bu kesim. 

Belli yapılara yaslanıyor, o yapıların verili formlarını zorlayarak yeni bestelere yöneliyor başka kimileri. Kurulu yapıyı yeni yapılarla aşmayı, ezgi ve armoniyi yaşatmayı seçiyor, notasyona ağırlık veriyor bu kesim de.

Kaynaşıyorlar sık sık. Solo, düo, trio, dörtlü, beşli ya da çok daha geniş ve kolektif bileşimlerle yeni ezgiyi doğaçlamayla birlikte zirveye taşıyıp gerisin geri düşerek, Sisyphosvari arayışlara giriyorlar beraberce. (Prometheus’un “sönmeyen ateş”inden gayrı!)

Serbest ya da notasyona bağlı - zihni ve hayalgücünü birlikte uyarmak önemli. Evet, “uyarıcı” bir sanat bu her şeyden önce. Yakıcı! Yıkıp yıkıp yapıcı! Grup emprovizasyonu ile yeni bir bestenin sınırlarını birlikte zorlayan kolektif bir deney neticede. 

Deneyci ve özgürlükçü olunca, genelde canhıraş sesler de hemen peşinde! Ek olarak belirtmeye gerek var mı zaten; çok fazla çığlık var, çok güçlü haykırıyorlar bu müzikte. 

Büyük yapımcılar, “ehlileştirme” ve bağımsız sesler

İşbu farklı dünyaya, ateşe ve çığlığa, yerleşik “müzik piyasası” nasıl bakıyor peki? Soru mu bu yani şimdi: Pek doğal olarak mesafeli. Ve bir soru gizliden gizliye: Acaba tutar, satış getirir mi ileride?! 

Bu kurtlar ve çakallar dünyasında, kendi kayıt olanaklarını, stüdyo ve plak şirketlerini yaratmak için kolektif çabalara giriyor müzisyenler. Burada belli bir başarı çizgisine ulaşınca, “piyasa”nın büyük yapımcıları ve şirketleriyle ilişkiler de değişebiliyor. 

Çıkış noktasına baktığımızda, görece büyük iki plak şirketinin özel bir yeri var ateşin yayılmasında. Soul ve hard bop’tan gelip avangart seslere de kısmen açılabilen “Blue Note” ve bugün tıpkı onun gibi büyük şirketler tarafından yutulmuş olan “Impulse!” markaları bunlar. Büyük şirketlerde, deneysel/yenilikçi seslere ne kadar açılım olursa olsun, sınırlar belli yine de. 

Görünüşte, biraz da “kendi çizgi”sini oluşturma ve sürdürme kaygısı nedeniyle bu böyle. Örneğin, bugünkü müzik ve caz dünyasında “ECM sound” diye bir gerçeklik var. Minimalizm, dinginlik, kuzey cazı, sükunet, oda cazı vb. bir yanda bu “sound”u belirlerken, içinde “avangart”a açıklık da barındırıyor bir şekilde. Ama bir soru yahut sorunla birlikte: Bu açıklık aynı zamanda bir “ehlileştirme” mi acaba?! 

Uysallaştırma, ateşini söndürme/yabani karakterini törpüleme ve terbiye etme belki de (“taming”). Örneğin bugün Roscoe Mitchell, Evan Parker, Craig Taborn gibi avangart müzisyenlerin ECM etiketiyle de albümleri çıkıyor ama diğer bağımsız etiketlerden çıkan albümlerine göre, daha “evcil”ler sanki. Almanya’nın “ECM” gibi bir diğer güçlü markası “ACT” için de benzer bir durum ya da tartışma söz konusu. 

Tabii bir yanıyla belli plak şirketlerinin belli tarzlara (“sound”lara) ağırlık vermesi gayet normal karşılanabilir. Yayınevleri gibi düşünebiliriz, çizgi ve tercih meselesi. Örneğin bugün “High Note” ya da “Criss Cross”tan çıkan bir albümün, modern tatlar taşısa da geleneksel “straight ahaed” sound’u hemen hemen bellidir. Büyük bir sürprizle, aykırı seslerle karşılaşmazsınız. 

Bu noktada arada kalanlar yahut “melez marka”lar da var. Her sese açık olsalar da soru yine ortada; avangarda açılırken onu sınırlama ve ehlileştirme de var mı işin içinde acaba? Şirket büyükse risk küçültülmek durumunda bir bakıma. O noktada da bağımsız (independent/ indie) “label”lar devreye giriyor. Çok tutarlarsa/tuttururlarsa büyükler tarafından her an yutulma tehdidiyle birlikte. Malum, muhalefetini ve içinden çıkan aykırı sesleri de absorbe etme kuvveti var sistemin. Her alanda, bilhassa kültür dünyasında, müzik “piyasası”nda bu böyle. Yasası böyle piyasanın! 

Neyse, uzattık epeyce. Son olarak “bağımsız kanallarımız”a bakalım birazcık. Bizim kopuşçular, ateşçiler, yenilikçiler asıl oralarda nefes alıp veriyor. 60’ların sonundan itibaren 70’ler boyunca ve 80’lerde Impulse!, BYG Actuel, ESP-Disk, Black Saint/Soul Note, FMP, Cadence, Novus, Hatology, Delmark gibi markalarla bugünlere uzanıyorlar. 

Günümüzde Clean Feed (Portekiz); Intakt (İsviçre); Ayler (Fransa); Not Two (Polonya); Leo (İngiltere); No Business (Litvanya); Cam Jazz (İtalya); Jazzwerkstatt (Almanya); Trost (Avusturya) gibi Avrupa markaları; Pi Recordings, Aum Fidelity, Cuneiform, Relative Pitch, Eremite, Hopscotch, 482 Music, Firehouse, CIMP, Tzadik gibi Amerikan markalarıyla birlikte nefes almamızı sağlıyor, ateşi yayıyorlar. 

Çok kısıtlı dağıtım kanalları olsa da, şükür artık internet var, plak şirketlerinin ve sanatçıların web siteleri, bağımsız şirketlerin birkaç yazışmayla arkadaşlık kurabileceğiniz samimi yapımcıları, kimilerinin uygun kampanyaları, dijital satış olanakları, bandcamp siteleri, hiç olmadı spotify, youtube gibi kanalları var! 

Ateş bugün her yerde. Elinizi ve kulağınızı, bedeninizi ve ruhunuzu uzatın yeter ki. Bakın, görün, dinleyin; Coleman Hawkins 1939’da “Body & Soul”u (Beden ve Ruh) bir farklı çalalı beri ve 1960’larda o ilk büyük yangın çıkalı beri neleeeeer neler değişti bu alemde…


(*) Bu yazı, ilk olarak Mesele dergisinin 109. Sayısında, Ocak 2016’da yayınlandı.