Geçen haftaki yazımızı şu sorularla bırakmıştık.
Bugünün yabancılaşmış dünyasında, karakter aşınmalarında, kaotizminde, birbirine sürekli gardını alan insan malzemesinde, ‘al gülüm, ver gülüm’ formülasyonlar geçerli midir?
Günümüzün narsizmi, hazcılığı, ‘orgazmına sağlık bebeğim’ diyen tüketimciliği karşısında aşk ne yapacak? Aşkı savunalım mı yoksa çaktırmadan en yakın köşede bırakalım mı? Aşk hiç de ummadığımız yerden bizi özgürleştirebilir mi?
Üstelik hepsinden önemlisi aşk mümkün mü? Oradan devam edelim.
Neden aşkı istiyoruz?
Aşkı çok istiyoruz. Çünkü hayatımızdaki her şey aşkla ilgili. Şarkıların sözleri, izlediğimiz filmler, reklamlar, klipler, dondurmasından otomobil lastiğine her metanın üstüne yapışmış o aşk etiketi. Aşk hiç yüzü gülmeyen iş arkadaşınızın konu aşka gelince buradayım diyen sırıtışıdır, ince mevzudur. Yılanı yuvasından çıkaran bir sihri vardır aşkın. Tüm dünya bizden işte bu aşk denilen büyülü serüvenin bir parçası olmamızı bekler. Beklenti hiç bir yerde yakamızı bırakmaz.
Çift kişilik icat edilmiş tonlarca şeyin ağırlığı üstümüzdedir. Hani neredeyse despot bir “çift olmak zorundasın” ideolojisidir karşımızdaki.
Bu ‘aşk baskısının’ en feci tarafı, aşkı bulamayanların yalnızca, o bir türlü kapanmayan boşluk duygusuyla ya da insanın zebella gibi üstüne üstüne gelen dev “iç sıkıntısıyla” uğraşmaları değil. En az bunun kadar fenası, ‘aşksız’ insanların kendilerini değersiz hissetmeleri. Çünkü aşk, bu baskı koşullarında, bireysel bir başarı puanı, bir toplumsal statüdür. Facebook duvarlarında “ilişkisi var” ya da “bugün ilişkisi başladı” diye dünyaya duyurulan, layklara boğulan bu aşktır.
Aşk mümkün mü?
Gündelik yaşamımızda çok fazla riskle karşı karşıyayız. Kapitalizmin koşullarıdır bunlar. Pat diye işsiz kalabiliriz, o tuhaf domatesler yüzünden kanser olabiliriz, hiç umulmadık bir anda trafik kazası geçirebiliriz, deprem olabilir, alalede bir yerde alışveriş yaparken bomba patlayabilir, gece evimize giderken ve o an aklımızdaki tek şey şu gıcık patronumuzken birisi bıçağını böğrümüze dayayabilir vs
Bu tip milyon çesit uyaranla başa çıkmak için çok doğal olarak perdelerimizi kapatıyoruz. Bir anlamda kendimizi biraz yalıtıyoruz. İşte o biraz yetmediğinde bir kat daha çekiyoruz ve bir bakmışız ki artık hissedemez,, algılayamaz duyamaz olmuşuz. Kayıtsızlık önce bir savunma mekanizmasıyken hızla içimizi kurutan bir kansere dönüşüyor. (1)
Bodrum katlarında insanlar imha ediliyor, kıyılarımıza küçücük çocukların cansız bedenleri vuruyor, Suriyeli bir çocuk anasının kucağında soğuktan ve açlıktan ölüyor, işsiz bir adam kendini yakıyor ve biz delirmiyoruz. Politik koşulları bir tarafa, milyonlarca insan bu ve çok daha fazlasını artık algılayamaz, duyamaz, hissedemez durumda.
Yine de kayıtsızlık doğamıza çok da uygun değil. Kat kat çekilen perdelerin arkasında yalnız ve ölümlü bir varlık olarak bizi “değerli ve iyi” hissettirecek bir şeylere ihtiyacımız var. Aşk neden tam da buraya doğmasın? İyi de nasıl bir aşk?
Sıfır riskli, güvenlikli, acısız aşk...
Günümüz dünyasının, kapitalist cangılın, yüksek risklerle örülü koşullarından aşk arayışı da nasibini alıyor. Badiou şöyle anlatıyor:
“… Paris baştan aşağı Meetic adlı tanışma sitesinin afişleriyle donanmıştı, sitenin adı dikkatimi çekti. O reklam kampanyasından birkaç sloganı anımsıyorum. Birinde … “Aşkı rastlantıya bırakmayın!” deniyordu. Bir başkasındaysa: “Aşka düşmeden âşık olunabilir!” Demek mesele düşmekte, o ortadan kaldırılıyor, öyle değil mi? Başka bir tanesinde de, “Acı çekmeden de pekâlâ âşık olabilirsiniz!” deniyordu... Bu reklam propagandasının “aşk” konusunda bir güvenlik anlayışından ileri geldiğini düşünüyorum.” (2)
Aşkı rastlantıya bırakmak gereksiz bir vakit kaybı, acı çekmek ilkellik, her şeyi bilmeden ve hesap etmeden hareket etmek bir tür cehalet. Aşkı yok etmek için mükemmel bir düzenek…
İşte tam da burada güvenlikli, sıfır risk vaadiyle duygulanımı ve onun olası acılarını kenara iten yeni bir güç doğuyor: Seks
Burada insan ilişkilerini temelden etkileyen yeni bir yabancılaşma biçimi olarak yüz yılların bastırılmış cinselliğinin, tüm cüssesiyle ortaya çıkması; siyasetten kurtuluş teorilerine gazete köşelerinden evlilik programlarına kürtaja ve çok eşliliğe uzanan geniş bir alanda kendini var etmesi gündemde.
Konu en özet ifadesiyle, seksin aşka galebe çalması, tüm tanrısal edasıyla meselenin merkezine yerleşmesi. Denebilir ki “Şimdilerde seksi olan şey, daha ziyade seksin kendisi.” (3)
‘Vahiy gibi orgazm’, seks çeteleleri ve seksin mekaniği…
Yine de işlerin çok da yolunda gitmediği, yaygın boşanma oranlarına, çift terapilerine, iyi bir ilişki için yazılmış tonlarca kitaba, yaşam ve aşk koçlarına bakıldığında gün gibi ortada. Aşkın yüksek ve tehlikeli duygularından arınan insan bu kez seksin muhasebe defteriyle uğraşıyor. Bu defterde neler yok ki…
May’in ifadeleriyle yeni sorunlar; ön sevişme yeteri kadar uzun muydu, aynı anda orgazm olundu mu, kadın için sara nöbetine benzemesi gereken orgazm anı refleksleri yeterince iyi miydi, haftada kaç kez sevişiliyordu, son yıllarda bu çetelenin durumu neydi vs.
İşte size tamamı matematiksel verilere, tablolara, dönüştürülebilecek bir ilişki analizi.
Ama işin acıklı yanı “ Cyrıl Connoly’ın ‘orgazmın zulmü’ dediği şeye ve bir başka yabancılaşma şekli olan aynı anda orgazma ulaşma kaygısına bakalım. İtiraf etmeliyim ki insanlar “vahiy gibi orgazm”dan söz ettiklerinde “Niçin bu kadar çok uğraşmak zorunda olsunlar” diye merak ediyorum. Bu şatafatlı efektlere ilgi duymakla hangi kendine güvensizlik çukurunu, hangi iç yalnızlık boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar” (3)
Özeti seks, aşkı yerinden ettiği ‘iktidar koltuğunda’ yozlaştı, mekanikleşti, sıkıcılaştı, özgürleştirici görünen o cool havasının tersine giderek uysal bir ‘iktidar aparatına’ dönüştü.
Tüm bu anlatılanları fazla batılı bulanlara tavsiyemiz, kadın gündüz kuşağı denilen programlara şöyle bir göz atmaları. O programlarda performans anksiyetesinden mustarip amcaları ya da “eşim kocalık görevini yapmıyor” diyen yeni gelinlerin dudak uçuklatan itiraflarını göreceksiniz. Üstelik mesele yalnızca popüler kültürle de sınırlı değil. Sözgelimi AKP’nin toplumu dinselleştirme müdahalesi, şehvet talimlerinden sakınma buyruklarına kendini takıntılı yasaklarla berkiten çok güçlü bir cinsel politikayla birlikte yürümektedir.
Peki aşk?
Aşk, yalnız ve ölümlü bireye dünya denilen cangılda mevcut varlığını aşma ve “bir” oluşunu yenme imkanı sunar…
Aşk için bırakın kayıtsız kalmayı tam tersine can da yakabilecek bir duyarlılık söz konusudur…
Aşk şölensel bir orgazmla ya da atletik bir karşılaşmanın sonuçları olarak seks skorlarıyla ilgilenmez; çünkü onun amacı “ihtiyacı gidermek” değil arzuyu sürekli kılmaktır…
Aşk için soluk soluğa kalmak, düşlemek, özlemek, bilmeyi keşfetmeyi istemek, acı çekmek kadar önemlidir…
Aşk şiir, roman, öykü yazar, çünkü onun mevzusu kurallarını bildiği bir oyunu oynamak değildir. Aşk bilmez, hatta fena halde bilgi açlığı çeker; bilgiye yönelişi bundandır…
Elbette ki burada bitmez.
Aşkı bir varoluş biçimi ya da varoluşsal bir öneri olarak tanımlayan bir çerçeveyi, dileyen marksizmin insan doğası ve yabancılaşmanın düzeyleri yaklaşımıyla ilişkilendirebilir.(4) Hatta daha ileri bir düzeyde somut olarak sözgelimi sınıfsal eşitsizliklerin yarattığı farklı koşullanmaları ya da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kadınları ve erkekleri farklı düşünmeye, hissetmeye yönelten temelleri de yukarıdaki tespitlerle birlikte düşünülebilir.
(1) Rollo May, Aşk ve İrade, Okuyan us yayınları 5. Baskı s.33
(2) Alain Badiou & Nicolas Truong - Aşka Övgü ,Can yayınları 2011, s.16
(3) Terry Eagleton, “Kuramdan Sonra” Literatür yayınları, s.3
(3) Rollo May, age, s.50
(4) Norman Geras, Marx ve İnsan Doğası, Bir Efsanenin Reddi, Birikim yayınları, s.23