Aşırı telafi ve eksik telafi

Dar anlamda “tarihten ders çıkarma” çabası çoğunlukla olumsuz sonuçlar üretir. Neden böyle olduğunu aşağıdaki satırlar çok iyi ifade ediyor:

“Yöneticiler, Devlet Adamları, Uluslar, tarihte deneyimin sunduğu öğretileri övme eğilimindedir. Oysa deneyimin ve tarihin öğrettiği şey şudur: halklar ve devletler tarihten asla bir şey öğrenmemiştir veya ondan çıkarsanan ilkelere göre hareket etmemiştir. Her dönem öylesine kendine özgü koşullara sahiptir ve o kadar kesin özgün şartlar barındırmaktadır ki, her dönemin kararları kendisiyle ve yalnızca kendisiyle bağlantılı hususlarla düzenlenmek zorundadır. Büyük olayların basıncı altındayken genel bir ilkeye sahip olmak hiçbir yarar sağlamaz. Geçmişteki benzer durumlara dönmek faydasızdır. Geçmişin soluk anıları, şimdinin canlılığına ve özgürlüğüne karşı nafile bir mücadele içindedir. Bu bakımdan hiçbir şey Fransızların Devrim döneminde Yunan ve Roma örneklerine dönmek için o sık yinelenen çağrılarından daha sığ olamaz.”

Bu satırlar Hegel’in Tarih Felsefesi çalışması içinde Pragmatik (Didaktik) Tarih anlayışını eleştirdiği bölümde yer almaktadır. Burada ifade edilen noktayı önemsiyorum çünkü geçmişten bugüne yapılan basit projeksiyonlar ve kurulan yüzeysel analojiler genellikle açıklayıcı olmaktan ve mücadeleyi ileri taşımaktan uzak oluyor.

Peki Hegel’in bu satırlarına göre sosyalizm mücadelesi yürütenler için tarih bir akademik disiplin veya hobi dışında bir şey ifade etmemeli mi? Tarihi değiştirmek gibi bir derdi olmayanlar ve analizle yetinmek isteyenler için bu ikisi yeterli olabilir kuşkusuz. Ancak müdahale etmeyi ve tarihin akışını değiştirme hedefini içermeyen bir sosyalizm mücadelesi olamayacağını biliyoruz. Böyle hedefleri olanlar için ise tarihle daha farklı bir bağ kurulması gerekli ve zorunludur.

Haziran Direnişi örneğindeki gibi büyük ve tarihsel bir olayın somutluğunda Hegel’in “Büyük olayların basıncı altındayken genel bir ilkeye sahip olmak hiçbir fayda sağlamaz” ifadesinin ne kadar doğru olduğunu hep birlikte yaşayarak gördük. Yıllardır bir dizi ilkeyi, örneğin devrim teorisinin temel ilkelerini yaşatan sosyalist hareket, tarihsel bir olay karşısında bu ilkelere “sahip olmanın” aslında çok işe yaramadığını en açık haliyle görmüş ve göstermiş oldu. Görmemeye devam edenler kuşkusuz hala var, ama onları şimdilik bir kenara bırakalım.

Bir adım daha gidelim. 2013 Haziran’ında Hegel’in sözleri bir kez daha doğrulandıysa, buradan çıkarılacak sonuç, ilkelerin, devrim teorisinin ve programın hiçbir işe yaramadığı ve bir kenara itilmesi gerektiği midir? Kimsenin böyle bir şey önereceğini sanmıyorum. Bu durumda sosyalizm mücadelesi açısından tarihe yönelik yaklaşımı daha spesifik olarak şöyle ifade edebiliriz: Mevcut somut duruma uygun taktiklere, örgütlenmeye ve pratiğe dönüştürülmeyen ilkelere (devrim teorisi ve program) sahip olmak, büyük olayların basıncı karşısında hiçbir işe yaramaz.

Bu durumda kritik nokta bu “dönüştürme” fiili haline gelmektedir ve bu da kuşkusuz siyasi öncülük faaliyetinin kendisidir. Dolayısıyla tarihle bağ kurmak da ancak bu siyasi öncülüğün kurulması, gerçekleştirilmesi, somutlanması ve nihayet sonuç alması ile ilişkilendikçe ve ilişkilendiği ölçüde Hegel’in eleştirdiği Pragmatik/Didaktik tarih anlayışı olmaktan çıkar.

Özetleyecek olursak, bugünün mücadelesinin somut ihtiyaçları “yalnızca ve yalnızca” bugünden kalkarak karşılanabilir ve dolayısıyla sosyalizm mücadelesi açısından tarihi incelemek bu ihtiyaçları karşılayacak siyasi öncülüğün oluşması ve gerçekleşmesine katkı koyduğu ölçüde bir akademik disiplin veya hobi olmaktan çıkacaktır. İşte yalnızca bu bağlamda tarihten öğrenmek gerçekten sağlıklı bir şekilde yapılabilir.

Bu yazıda asıl değinmek istediğim konu ise, bugün açısından önemli bulduğum ve tarihte sosyalist hareketin birçok kez karşı karşıya kaldığı “aşırı telafi” ve “aşırı salınım” durumlarıdır. Bugüne değinmeden önce tarihteki en tipik örneğine kısaca değinmek istiyorum.

Aşırı salınımda Almanya örneği

Birçok örneği olmakla birlikte Alman Devriminin en yalın ve açıklayıcı örneği oluşturduğunu düşünüyorum. 1918 - 1923 yılları arasındaki beş yıllık süre içinde komünist hareketin yaşadığı en önemli sorunlardan biri, kitle hareketlerine karşı aşırı duyarlılık ile aşırı duyarsızlık arasında şiddetli salınımlar göstermesi oldu.

“Zamansız, erken ve zayıf” olarak görülen 1919 Ocak Ayaklanması ve Münih Sosyalist Cumhuriyeti süreçlerini engelleyemeyen veya kontrol edemeyen, ve bu nedenle aktif olarak içinde yer almak durumunda kalan komünistler, yaşanan büyük yenilgilerin ardından tam tersi uca savrulmuş ve aşırı temkinli bir tutum takınmaya başlamıştır. Alman işçi sınıfının sürekli mücadele halinde olduğu bir dönemde bu aşırı temkinlilik, komünistlerin bu sefer de örneğin 1920’de 12 milyon işçinin grevle çıktığı faşist Kapp Darbesine karşı geç ve yetersiz bir tavır takınmasına neden oldu. Daha sonra da bu pasif tutum dönemine karşı bir kez daha karşıt uca savrulma söz konusu oldu ve 1921 Mart Eylemi ayaklanması ve son anda iptal edilmeye çalışılan 1923 Hamburg Ayaklanması girişimleri bir kez daha yenilgi getirdi.

Hataları telafi etme çabalarının karşıt uçta aşırıya vardırılmasıyla ortaya çıkan aşırı telafi durumu ve bunun tekrarlanmasıyla oluşan uçtan uca salınma hali çok önemli bir noktaya işaret ediyor: Zıt yönlerdeki aşırı vurgular birbirini götürmüyor, aksine birbirini güçlendiriyor ve meşrulaştırıyor. Mücadele yoğunluğu içinde pasifizm üretmek, komünist hareketi geri çektiği için maceracı eğilimleri güçlendiriyor ve meşrulaştırıyor, tersinden ise başarısız ve iyi düşünülmemiş eylemlilikler de neden oldukları yenilgilerle pasifist yaklaşımları meşrulaştırıyor ve güçlendiriyor.

Bugün aşırı telafi

Oldukça soyut bir kavramsallaştırma olan “aşırı telafi” ve “aşırı salanım” hallerinin bugün de çeşitli şekillerde somutlandığını söylemek mümkün. Türkiye sosyalist hareketinde de 2013 Haziran’ında bu aşırı telafiden kaynaklı aşırı salınım halini gözlemlemek zor değil. Bunu birkaç başlıkta açmak istiyorum:

1-) Haziran’a burun kıvırmaya karşı “öncü eylem” yaklaşımı. Sosyalist hareketin 2013 Haziran Direnişi karşısında üstüne düşen görevleri yerine getirememesinin en önemli nedeni, direniş karşısındaki yaygın tutukluluk ve temkinlilik hali ve adeta “nereden çıktı şimdi bu” yaklaşımıydı. Bu yaklaşıma karşı haklı bir tepki verildi ve sosyalist hareketin önemli bir bölümü bunu telafi etmek için Haziran kitlesinin mücadelesine yönelik her türlü temkinli ve rezervli yaklaşımlardan kurtulma yoluna gitti.

Öte yandan bu temkinliliği telafi etme süreci aynı zamanda bir aşırı telafi durumuna da yol açmıştır. Bu aşırı telafi, Haziran kitlesi geri çekildiğinde onu tekrar sokağa çağırmaya yönelik zayıf, zamansız, hazırlıksız, kitleden kopuk ve Haziran kitlesini gerçekten temsil etmeyen “öncü eylemlere” vurgu yapmaya ve uygulamaya yönelmiştir

Yukarıda belirttiğim gibi, aşırı vurgular birbirini götürmemekte, aksine birbirini beslemektedir. Milyonlar sokaktayken evinde oturup burun kıvırma hatası, kitleler geri çekildiğinde “öncü eylem” çağrısı yapma hatasını meşrulaştırmakta, öte yandan zayıf ve Haziran kitlesini temsil etmeyen “öncü eylem”lere yönelme hatası da, aşırı temkinli ve tutuk yaklaşımlar hatasını meşrulaştırmaktadır.

Bu yazının zaten çok uzun olması nedeniyle bu iki uç yaklaşım dışında ne yapılması gerektiği konusuna başka yazılarda değinmek istiyorum.

2-) Haziran Direnişi’ni yok saymaya karşı tarih dışı bir şekilde idealize etme. İlk maddede değindiğim aşırı telafiyle bağlantılı olarak Haziran Direnişinin tarihte nerede durduğu konusunda da benzer bir aşırı telafi durumunu görmek mümkündür. Haziran Direnişi sırasındaki temkinli yaklaşım, bugün ise direniş sanki hiç yaşanmamış gibi “normal” hayatına geri dönüp, adeta rutin bir solculuk yapmaya devam etmek isteyen bir solculuk türü yaratmıştır. Haziran Direnişi hiç yaşanmamış gibi yapmaya çalışanlara karşı oluşan aşırı telafi ise, Haziran Direnişini, onu yaratan maddi ve tarihsel süreçten kopararak idealize etmeye yönelmektedir. İdealize etmeye dayanan bu aşırı telafi, hem milyonlardan oluşan Haziran kitlesini sokağa iten gerçek dinamikleri hitap edilmesini zorlaştırmakta ve dolayısıyla sosyalist hareketin hitap kitlesini büyük oranda on binler düzeyine daraltmakta, hem de mücadelenin sürekliliğini ve güncel başlıklarla tarihsel olan arasındaki bağların kurulmasında ağır bir zedelenme yaratmaktadır.

3-) Pratiği küçümsemeye karşı teoriyi küçümseme. Sosyalist hareketin son yıllarındaki en önemli sorunlardan birinin söylem düzeyindeki bütün iddialılığa karşın, uzun zaman boyunca pratikte mütevazi sonuçlarla yetinmek zorunda kalması ve bunun giderek kabullenilen bir durum haline gelmesidir. Bu durumu telafi etmek üzere teori ve pratiğin bütünlüğünü sağlamak üzere pratiğe vurgu yapılması son derece anlaşılır ve doğru bir tutumdur. Ancak bir kez daha aşırı telafi durumu oluşmuş ve pratiğe yapılan vurguyu, teoriyi adeta bir bütün olarak önemsizleştirme ve hesaba katmama noktasına gelmeye başlamıştır. Bir kez daha, teoriyi kesin olarak küçümseyen bu aşırı telafi, yine pratikte daha ileri bir noktaya varılmasına neden olmamakta, tersine pratiği küçümseyen karşıt uca alan açarak yine aşırı salınımlara neden olmaktadır.

Eksik telafi

Bütün bu aşırı telafi durumlarına karşın, sosyalist hareketin henüz telafi etmekten oldukça uzak olduğu başlıklar da bulunmaktadır ve aşırı telafinin yanında eksik telafi noktalarının da bazılarına dikkat çekmek yararlı olacaktır. Her biri ayrı bir yazıyı hak eden bu başlıklara da burada kısaca değinmek istiyorum:

1-) Siyasetin maddi zemine oturtulması. Sosyalist hareketin siyaset yapma süreçlerinde ekonomi-politik ve sınıfsal boyut uzun zamandır zayıf yer tutmaktadır. Burjuva siyasetine yönelik saptama ve öngörülerde ve buna karşı geliştirilen siyasi çıkışlarda, kapitalist ekonominin dinamikleri ve sermaye sınıfının çıkarlarının hesaba katılma düzeyi ne yazık ki son derece düşüktür.

Bu sorunu en acı haliyle yine Haziran Direnişi sürecinde yaşadık ve örneğin birçok sosyalist yazarın ABD think-tank raporlarına (özellikle de Edelman-Abromowitz raporuna) dayanarak “Tayyip bitti” yorumları yaptığını gördük. Hiçbir maddi dayanağı olmayan bu tespit aradan geçen zamanda gerçekleşmemesine rağmen, bu yanlış tespite neden olan sorunun kaynağına gidilmedi. Oysa aynı dönemde örneğin yerli ve yabancı mali sermaye kuruluşlarının ve bankaların Türkiye’ye dair tespit ve önerilerine bakıldığında, Erdoğan’ın iktidardan indirilmesi talebinin bulunmadığı görülmekteydi.

Sosyalist hareket bu yaklaşımı telafi etmekten henüz oldukça uzaktır ve siyasetin kurgusal ve düşünsel bir düzlemde, mutlak bir serbestlik içinde strateji geliştirerek yapılabileceği yönündeki yaklaşım devam etmektedir.

2-) Sınıf örgütlenmesi ve sınıf siyaseti. Sosyalist hareket, işçi sınıfı içindeki örgütlülük düzeyi, sınıfı etkileme düzeyi ve siyasal mücadelede işçi sınıfını hesaba katma düzeyi açısından ne yazık ki tarihindeki en geri noktalardan birinden geçmektedir. Bu bağlamda sosyalist hareket tarihte “işçicilik/uvriyerizm” olarak adlandırılan ve karşıt uçta olan yaklaşımdan da en uzak olduğu noktada bulunmaktadır. Bu nedenle sosyalist hareketin işçi sınıfı içindeki gerçek gücünü artırmaya yönelik çabalar da eksik telafi başlıkları arasında yer almaktadır ve sınıf içinde sosyalist hareketin mevzilerini güçlendirmek için atılacak her adım hayati düzeyde önem taşımaktadır.

3-) Liberalizme karşı tavır. Liberalizm çok farklı düzlemlerde ve bağlamlarda tanımlanabilir. Burada kast ettiğimiz liberalizmin sol içindeki etkisi ve özellikle de “Yetmez ama evet” olarak anılan çizgidir. Bugün liberalizm solun ne en önemli gündemi olmalı, ne de birinci mücadele gündemi olarak tarif edilmelidir. Bununla birlikte liberalizmin sosyalist hareket üzerindeki yıkıcı etkisine karşı yeterli düzeyde adım atıldığını söylemek mümkün değil.

Bu yetersizliğin nedeni çok basit bir noktadan kaynaklanıyor: İşçi sınıfı ve sosyalist hareket, kendi emeğinin ürünü olmayan her olumlu gelişmeye şüpheyle yaklaşmak zorundadır, çünkü bu olumlu gelişmeye neden olan dinamik ne ise, olumlu gelişmeyi geri alma potansiyeli de barındırmaktadır. Bugün liberalizm eskisine göre daha zayıfsa, bunun sosyalist hareketin başarısından kaynaklanmadığı açıktır. Bu zayıflık emperyalist merkezlerde 2008 ekonomik kriziyle başlayan yıkım, Türkiye’de ise AKP’nin 2011 itibariyle otoriter yönünü daha açıkça göstermeye başlaması ve liberallerin bir bölümüyle olan ittifakı bozmasından kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla mevcut durum kesinlikle sosyalist hareketin bir başarısı değildir, hatta tam tersi doğrudur: Sosyalist hareket “yetmez ama evet” çizgisini güçlü bir şekilde mahkum etme konusunda başarılı olamamıştır. Yıllarca AKP’yi desteklediği için insan içine çıkamaması gereken bazı liberal solcular bugün AKP’ye karşı çıkarken, kendilerinin tutarlı olduğunu ve değişenin AKP olduğunu söyleyebilmektedir. Sosyalist hareket, kesinlikle en önemli gündemi haline getirmeden, liberalizmi küçümseyen yaklaşımlara son vermeli ve liberalizmin sol içindeki etkisine karşı mücadele etmeyi sürdürmeli ve başarı elde etmelidir.

Kriter nedir?

Yukarıdaki değerlendirmelerde “aşırı” ve “eksik” ifadeleri, doğal olarak “referans nedir?” sorusunu akla getiriyordur. Bizim açımızdan referansın sosyalist iktidar perspektif olduğu biliniyor. Bu perspektiften ne anladığımızı burada uzun uzun anlatmamız kuşkusuz mümkün değil. Ancak bu perspektifi kimileri yalnızca bir niyet beyanı olarak görebilir, kimileri de bunun eleştirisi üzerinden iktidar perspektifini reddederek muhalefet partisi olma veya mikro-iktidar ölçeğinde yaptırma/yaptırmama mücadelesiyle yetinebilir.

Bizim için ise sosyalist iktidar perspektifi, tarihi ve bugünü birbirine bağlayan bir perspektiftir ve dolayısıyla bugünün somut pratiği ile doğrudan ilişkilidir. Bu pratik, yukarıda ilk bölümde değindiğim gibi ‘siyasi öncülüğün’ nasıl hayata geçirileceği ve dolayısıyla işçi sınıfının öncü partisinin nasıl kurulacağı ve mücadele edeceği ile ilgilidir. Bu ise yazmak ve tartışmaktan çok daha fazla, yapmak ile ilgilidir.