Aradığımız tiyatro...

Bu başlığı daha önce kullanmıştım.

Epey önce.

Fakat ‘epey önce’ki başlıklarımın çoğunun başına gelen, bunun da başına geldi.

Bir de baktım, bu başlığı gördükçe de içimden : “Şeytan diyor ki…” demek geliyor. Yani: “Şeytan diyor ki, başlığı ve altındakileri yeniden kullan…”

Bu kez işi şeytanın demesine bırakmayıp, şeytansız bir bilinçle bu işi gerçekleştirmeye karar verdim.

Çehov, bir notunda şöyle yazmış: “Tiyatromuzla insanlara yalnızca onları nasıl iseler öyle göstermeyi başarabilsek bile, onlara yeterince ahlak dersi vermiş sayılırız...”

Bu, kanımca tiyatro aracılığıyla verilebilecek her dersi kapsayabilecek bir söz. Ama bu notta gizli bir uyarı da var ki, tiyatronun birincil işlevlerinden birini yerine getirmesinin aslında ne denli zor olduğunu vurguluyor; başka deyişle, insanları nasıl iseler öyle göstermenin zorluğunu!

Avrupa’da tiyatronun 19.yüzyıl sonlarına doğru girdiği büyük bunalım da geniş ölçüde bu nedenden, yani bu birincil işlevin artık yerine getirilememesinden kaynaklanmamış mıydı? O zamana kadar en tiyatro tiryakisi olan çevrelerin bile tiyatrodan ayaklarını giderek kesmeleri, salonların yarı yarıya boşalması, tiyatro sahnelerinde artık kendini bulamaz olmuş bir izlerçevrenin tepkisi değil miydi? Ve bu bunalım, tiyatro alanında da o zaman için insanı nasıl ise öyle kavrayabilmenin en etkin çarelerini sunduğu düşünülen, sanatçıyı insanı anlayabilmesi için bir laboratuar çalışması yapma yükümlülüğü altına sokan doğalcılık (natüralizm) akımıyla aşılmamış mıydı?

İnsanlara insanları yine insanlar aracılığıyla göstermek diye özetleyebileceğimiz tiyatro sanatı, uzun tarihinin her döneminde yukarıda sözü edilen ilişkiyi, yani sahnedeki insan ile salondaki insan arasındaki bir tür ‘öteki-ben’ ilişkisini korumak zorunluluğunu duymuştur. Tiyatronun uzak ve yakın tarihinde başarılı olabilmiş, kendilerini tüm alışılmamışlıklarına, yeniliklerine rağmen izleyiciye benimsetebilmiş radikal akımlar, aslında bu başarılarını önce o dönemin insanını nasıl ise öyle temel almalarına borçlu olmuşlardır. Başka deyişle, ‘olan insan’ temeline dayandırılmamış ‘olması gereken insan’ modelleri, izleyiciye hep kendisine neredeyse başka gezegenlerde yaşayan tipler sergileniyormuşçasına yabancı gelmiştir.

Eğer radikal akımların başarısı böyle bir temele dayanmıyor olsaydı, uyumsuz (absürd) tiyaronun en katıksız ilk örneklerinden olan “Godot’yu Beklerken”, bir Amerikan hapishanesinin çoğunun entelektüel düzeyleri epey tartışılabilir mahkumlarınca coşkuyla benimsenebilir miydi?

Toplumsal iniş-çıkışlardan yana hiç de yoksul olmayan kendi ortamımızda biz, işte böyle bir Türk Tiyatrosu arıyoruz. Hem kendi yazarlarımızın kaleminden çıkma, hem de bizim insanımızı çıkış noktası alan, böyle bir çıkış noktasını kullandığını izleyicisine de duyumsatabilen bir tiyatroyu arıyoruz.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişten kaynaklanma, kendine özgü bir yabancılaşmayı hâlâ yaşayan, yaklaşık yetmış yıllık kısa çok partili demokrasi yaşamında üç darbe geçiren, anayasasında ve öteki yasalarında demokratik kurum ve kuralların yer almasına rağmen, demokrasi bilincini tam anlamıyla günlük yaşamının doğal, onsuz olunamayacak bir öğesi kılmayı başardığı henüz söylenemeyecek bir toplumda, insanı insana etiyle ve kemiğiyle sergileyen tiyatronun elbet yapabileceği çok şey vardır. 

Ama önce kendi insanını nasıl ise öyle göstermeyi başarabilmesi, bunu tiyatroda başkaca amaçladıklarının temeli sayması koşuluyla...