Ara eleman rejimi

AKP döneminden önce ülkemiz egemen sınıfını, veya hakim sınıfların en güçlü ve belirleyicisi durumundaki büyük burjuvaziyi, herhalde en çok “korkak” sıfatıyla anardık. Bolşevik devriminin gölgesinde ve sayesinde başarıya ulaşan bağımsızlık savaşı daha başında keskin sınıf güdüleriyle gericiliğe, toprak ağalarına ve işçi düşmanlığına dönmüştü.

Her büyük dönemeçte önce sola saldıran, Anadolunun gerici mülk sahipleriyle ittifak tazeleyen, böyle oturan bir düzen, herhalde en ‘kendine güvenli’ haline, soğuk savaşın NATO kanat ülkesi pozisyonundayken kavuştu. Bu kısmi güvenden olacak ki kurumsal demokrasi, çoğulcu anayasa, planlama gibi soğuk savaşın geçici kapitalist arızalarına bulaştı! Çok geçmeden 1970’lerin ağır siyasi ve ekonomik bunalımını NATO patentli bir askeri darbeyle, yeni toparlanmakta olan solu neredeyse tümden silerek atlattı. Korkaklık kaynaklı bu şiddet ve kolaycılığın faturasını onyıllarca ödemeye baştan razı oldu: Adeta genetik bir bozukluk haline gelen halk ve emekçi düşmanlığı…

Ama herhalde artık sadece korkak diyemeyiz. Bundan böyle hem korkak, hem şaşkın demek gerekiyor. Önce soğuk savaşın bitişi, sonra tarihinin en büyük ekonomik krizi. 2001 sonrasında korkuların çocuğu olan burjuvazimiz sıtmaya razı oldu. Ölüm saydığı temel korku, kendini uluslararası kapitalist sisteme pazarlayamamak ve sermaye birikiminin sürdürülemez hale gelmesiydi. Şaşkınlık sığlığa, ufuksuzluğa ve ilk gördüğü değneğe sarılmak anlamına geldi.

Genetik bozukluk dedim ya, NATO'nun kanat ülkesi olmanın dayanılmaz hafifliği, kapitalist sermaye birikiminde kendine onyıllar kaybettirmişti. Güney Kore, İspanya, Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelerle, ikinci dünya savaşının hemen sonrasında hemen hemen aynı gelişmişlik düzeyine sahip olan kapitalizmimizin ne kadar yaya kaldığı, en azından orta sınıfların kalıcı onayını getirecek kısmi bir derinleşmeden ne kadar uzak olduğu, Özal dönemiyle tekrar dışarı açılma başladığında ortaya saçılıvermişti.

1990'lar bu "kıçı açıkta kalmış olma" hissinin yarattığı gelgitlerle geçti: Olağanüstü hal-iç savaş atmosferinden gümrük birliği, rejim restorasyonu atmosferine gelgitler, ürkek denemeler, hemen korkup çekilmeler...

Bir şey yapmamanın ve Çiller/Demirel'in karakterize ettiği haliyle rejimi daha da çürütmenin tek sonucu, iç savaş düzeyine yükselen bir Kürt sorunu ve zaten geliyorum diyen iktisadi buhranı büsbütün derinleştirmek oldu. Kamu bankalarında beliren dev bir kara delik bir duvara çarpma etkisi yaratarak ekonomiyi geriletti ve AKP rejimine "sıtmasını" pazarlama imkanı sundu.

Pazarlamada kim en aktifti bilemeyiz, Fethullah cemaati, TÜSİAD, ABD ve İngiltere diplomasisi, CIA, Sabancı ve Doğuş Holding, Suud-İsrail-Barzani etkilenimli lobi ve güç odakları, herkes oradaydı… Ama bankalara para kazandırmak ve IMF’nin dediğini yapmak dışında hiçbir özelliği olmayan bir iktidarın ülkeyi yemesine seyirci kalmak, 95 küsür senelik mirası sıfırlamak tarihe “dış güçlerin işi” olarak değil, düpedüz yönetici sınıf ihaneti olarak geçecek.

Burjuvazinin sıtmaya rızada temel üç kriteri vardı: Birincisi iktidar sağcı olacaktı, buna genetik faktör demiştik. İkincisi IMF programına sadık olacaktı, bu 2001 krizinde topun ağzına gelmenin doğal sonucuydu. Özelleştirme ve bütçe kesintilerinden taviz verilmeyecekti. Türkiye’nin kapitalist yoldan dış desteksiz toparlanabilecek bir altyapısı yoktu. Üçüncüsü bu emperyalizme sadakate ve halk düşmanı siyasete rağmen, sandık desteği sağlayabilecek bir popülizm yürütebilecek siyasi kapasitesi olacaktı Bu da toplumsal dokuyu ortaçağa götürmeyi amaçlayan militan bir gericiliğe kredi açılması anlamına geliyordu ve hiç mesele değildi! Ötesi? Şaşkınlık, ötesini önemsizleştiriyor, hiçleştiriyordu.

Bugün geldiğimiz noktada burjuvazi 15 yıldır her üç kriteri de sağlayacak başka aday çıkmaması gerçeği ile karşı karşıyadır. Bu tekleşmenin yarattığı diktatörleşme ve artık üç kriteri bile yerine getirememe riskini içeren bir kalitesizleşme sorunu çırılçıplak ortaya çıkmıştır. Üstelik, yükselmekte olan yeni bir tür iktisadi krizi yönetebilecek kapasite olmadığı da ayan beyan ortada. Ama kimse buradan burjuvazinin “kendine gelip” yeni bir restorasyon arayacağı ümidine kapılmasın. Üretim araçlarının yeni kuşak sahipleri de aynı korku, aynı şaşkınlık içinde, sadece biraz daha yeşillenmiş bir kafa yapısıyla, Suud uçaklarının pistlere konmasından medet ummaktadırlar.

AKP’nin iddiası, emperyalizmin isteğinin bu olduğu ve bu yoldan yürünmesinin ülkeyi büyüteceğidir. Haksız değildir, emperyalizm hep böyle şeyler ister, onun için bu ülke mandacılıkla değil, emperyalizmle savaşarak kurulabilmişti! Zaten AKP Osmanlıcılığı, emperyalizme karşı ülke kurma fikrinin baştan yanlış bulunmasından ibarettir.

Bitirirken, çözülme egemenler tarafından onaylandığına göre, kendimi sürecin icracıları yerine koyarak birkaç not ekleyim: Geldiğimiz noktada bu çözülmeyi yönetenler ne ister?

Tabii ki başta emekçilerin birleşerek ülkeye sahip çıkamamalarını ister.

Bunun için en başta ve tüm imkanlarıyla, öncelikle Kürtlerle Türklerin sonra resmi mezheplerindekilerle “ötekilerin” birbirine düşman olmasını ister.

Bilim, sanat, edebiyat, medya alanlarında Türkiye ortalaması olan 7. sınıf terk seviyesinin üstüne hitap edecek bir şey kalmamasını, yoksul, cahil, itaatkar, kanaatkâr, yakın gelecekteki mezhep savaşlarına kolayca sürülebilecek dindar ve kindar nesiller yetiştirmeyi ister.

Ağır çalışma koşulları ve örgütlenme yasaklarının, işsizlik ve borçlanmanın emekçileri ezerek bireysel kurtuluş peşinde koşmalarını, kimseye güvenmez hale gelmelerini ister.

Bireyselleşen, ezilen emekçinin daha verimli olacağına, daha ağır koşullarda çalışarak daha çok kazandırabileceğine yatırım yapar. Daha çok kazandırırsa egemen sınıfın ve yardakçılarının onayının süreceğini bilir.

Sömürüye, aşağılanmaya başkaldırıyı, daha küçükken en şiddetli bir şekilde ezmeyi, örgütsüz hiç kimsenin direnmeyi aklına getirmeyecek şekilde ibret almasını hedefler. Dayanışma eylemi -emekçinin direnirken kazandığı güç- en büyük korkusudur. Polis devleti tek seçenektir.

Sendikaları bastırır, direnişin kalan tek kaynağı olabilecek sol birikimi, örgütlü bir işçi hareketine dönüşebilecek her mayalanmayı titizlikle hedef alır. Sol hareketin dayanışma örneklerine saldırırken, ego şebekeleri ve başlarındaki sosyopatlar tarafından paralize edilmelerinin önünü açar.

Ortak ve meşru potansiyel eylem hatlarının, ajan provokatörleri ve çürümüş sosyopat gönüllüleri aracılığıyla, henüz nüve halindeyken dağıtılmasını amaçlar. En iyi yöntem, ajan ve gönüllü provokatörlerin “kürtçü”, “milliyetçi/ulusalcı”, “liberal/reformist” sıfatlarını küfür gibi kullanarak yıldırmasına ve sonuca gidebilecek tartışmaları baltalamasına zemin yaratmaktır.

Gericiliğin militanlaşmasını ve yetiştirdiği sivil faşistlerin dönüşüp paramiliter güç haline gelerek sokakları terörize etmesini ister.

Liste uzundur. Çözülüşün yöneticileri, her istedikleri olsun isterler, ama her istedikleri olmaz! Tam zifiri karanlık çöktü dersiniz, birden tan yeri ağarır, bir yerlerde maya tutar, halk yavaşça ayağa kalkar.

@ErgunCagl


* Üç yıl önce TOKİ’den sorumlu bakan Erdoğan Bayraktar’ın “bizden mucit çıkmaz” diye başlayan demeci için: https://onedio.com/haber/musluman-ulkeyiz-bizden-mucit-falan-cikmaz--144849