Anlamak gideni ve gelmekte olanı

23 Haziran’ın ertesini yaşıyoruz. İşin aslı, çok uzun süredir yenilmezlik zırhına bürünmüş bir iktidarın, 31 Mart’taki birçok büyükşehir belediyesinin kaybının peşine, yine 31 Mart’taki İstanbul yenilgisinin gasp edilmesinin üzerine, 23 Haziran’da tarihi bir farkla hezimete uğraması, yabancısı olduğumuz bir sevinç ve yolun bundan sonrasına dair bir telaş da doğurmadı değil.

Uzun vadeli ve geniş ölçekli baktığımızda, Türkiye’nin toplumsal muhalefeti, dünyada eşine az rastlanır bir sınavdan geçti, geçmeye devam ediyor. Yerli ve yabancı sermayenin, emperyalist güçlerin, “bal tutan parmağını yalar” dedirtecek cinste bir finansal akış ortamının yanı sıra, devletin tüm yapısını kendine bağlamış, medyanın neredeyse tümünü kendi aparatına dönüştürmüş, Türkiye tarihinde pek görülmeyen bir kitle desteğini istikrarlı biçimde sürdürmüş bir iktidara karşı direnmek, hem de onca yıl ve onca badireye karşın direnişini sürdürmek kolay şey değil.

Geleceğin tarihçileri, kayayı delen incir misali gökyüzüne ermek için çabalayan bu filizin hikayesini anlatacaklardır mutlaka.

Şimdi ise, “şimdi”nin görevleri ve ihtiyaçları kendisini dayatıyor.

***

Saray Rejimi’nin ve özel olarak da Erdoğan iktidarının “iniş eğrisi” içinde bulunduğu, birçok başlıkta çözümlenmemiş halde bırakılan krizlerin yanı sıra kendi seçmen tabanını da çalkalayan bir meşruiyet ve konsolidasyon kaybıyla baş etmeye çalıştığı yeni değerlendirmeler değil. Ancak, bu eğrinin ve benzer eğilimlerin, yığınların maddi varlığından güç almadığı sürece, gerçek etkiler ve somut dönüşümler yaratması imkansız. Tarih, ortaya attığı sorunun yanıtını zekadan değil, büyük halk yığınlarından bekliyor çünkü.

23 Haziran’ın sonuçlarının gösterdikleri arasına mutlaka eklenmesi gereken de budur: Yıllara yayılan direniş, kendini tahkim etmenin ötesine geçmiş, hücum eden ordunun saflarında bozulmaya neden olmuş, azgın bir diktatörlüğün en zayıf yerinde acısı kolay kolay geçmeyecek bir yara açmıştır.

Bu yaranın arkasındaki gerekçeler konusunda sarih bir bakışa sahip olmak önemli. Önemli, çünkü önümüzdeki dönemin siyasal ve toplumsal şifreleri bu gerekçelerin anlaşılmasında ve buna uygun bir mücadele stratejisinin inşa edilmesinde gizli.

***

Bunların başında, Türkiye halklarını adım adım içine çeken ekonomik kriz ve yoksullaşma geliyor. Kriz ve yoksullaşma, ilk önce ve büyük ölçüde zaten yoksul olan, halihazırda sefalet koşullarında yaşayan emekçi kitleleri hedef alır. Geçimlik kazançla, günlük işlerle, en ağır çalışma koşullarında, iki gram sosyal yardım için el açmakla, onu da kaybetmenin korkusuyla yaşamaya mahkum edilmiş bu milyonlar, yaklaşan ve yaklaştıkça darbeleri şiddetlenen krizin de ilk durağıdır haliyle.

Bu bilindik tabloyu içinden geçtiğimiz süreç açısından özgünleştiren unsur ise, krizin ve yoksullaşmanın, işsizliğin ve güvencesizliğin, gelecek kaygısının ve korkunun en yoksul kesimleri aşıp toplumun görece müreffeh ve güvenli emekçi kesimlerine de uzanmasıdır. Çoğu zaman “orta sınıf” şeklindeki manasız ve neyi ima ettiği dahi belli olmayan bir kavramın sepetine doldurulmaya çalışılan, oysa sınıfsal ve toplumsal parametreler açısından bal gibi işçi sınıfının (sektör, meslek, ücret vb.) dağılımı içerisinde kendine özgü bir yer tutan, asıl olarak kentlerde ve eğitimli işkollarında faaliyet gösteren emekçi kesimlerden söz ediyoruz. Deyim uygunsa, hem çalışma koşulları, hem ücret düzeyleri hem de sömürü oranları açısından “gri yakalı” diyebileceğimiz kesimler.

Geçerken bir not: Gezi Direnişi’nin itici kitlesini oluşturan da aynı kesimlerdi ve ne hikmetse, Gezi Direnişi hakkında yapılan değerlendirmelerde de aynı kitleler için “orta sınıf” kavramı bol bol servis edilmişti.

Bu tablonun altında, sadece Saray Rejimi’nin imzası yok; sözünü ettiğimiz eğilim, dünya çapında da gözlendiği gibi, çağımızın neoliberal toplum düzeninin ve otoriter kapitalizmin bizzat niyetlendiği ve ürettiği bir sonuç. Neoliberalizm ve otoriter kapitalizmin ülkemizdeki özgün biçimlenişi olarak değerlendirilebilecek Saray Rejimi, bu eğilimi kendiliğinden yaratmadı; ancak ona, belki de dünya kapitalizmine örnek olacak bir içerik ve şiddet kattı. Saray Rejimi’nin ve Erdoğan iktidarının geleceği hakkındaki tartışmalarda da bu hususun akılda tutulması her şeyden önemli. Eğer, Saray Rejimi’nin ve Erdoğan iktidarının sonlanmasının ötesinde siyasal ve toplumsal hedeflere sahipsek, elbette...

***

Burada kast edilen, 23 Haziran seçim sonuçlarının tek bir parametreye başvurarak mükemmelen açıklanabileceği değil. Başka parametreler ve etkenler de var kuşkusuz: Saray Rejimi’nin bir kurumsallık ve modus operandi yaratmayı becerememesi; ideoloji-söylem üretme kapasitesinin kendi seçmen tabanını dahi seferber etmekten uzaklaşarak matlaşması; sermaye sınıfının Saray Rejimi’nden nemalanma ile ondan endişe etme arasında gidip gelen sallantısında riskli gelişmelerin göze batması; Kürt halkının ve siyasal temsilinin etkin bir politik aktör olmaktan çıkarılamaması ve Türkiye siyasetinin belirleyici güçlerinden birine dönüşmesi; iktidar sahiplerine, iktidar eliyle semirenlere ve iktidarın sözcülerine yapışmış vıcık vıcık, küstah, yozlaşmış bir kibrin sembolik ve reel bir nefret objesi haline gelmesi...

Tüm bunlar ve başka parametreler, elbette, etkili ve çözümlenmesi gereken hususlar. Ancak, ekonomik krizin ve yoksullaşmanın tsunami dalgaları halinde büyümesi, olağan kurbanlarının ötesinde kurbanlar istemesi ve alması, bir avuç Saray mensubu dışında tüm ülkenin her an içine çekileceği bir girdabın dibinde yaşaması yukarıda sözünü ettiğimiz diğer parametreleri de belirleyen ve biçimlendiren bir etki gücüne sahip.

Haliyle, İstanbul’un kazanılması yeterli bir sonuç değilse, İstanbul’un kazanılması Saray Rejimi’nden ve Erdoğan iktidarından kurtuluş anlamına gelmiyorsa, dahası İstanbul’un kazanılması ve süreç içerisinde Saray Rejimi’nin (şimdiye kadar sunduğu kazanımların esası korunmak şartıyla) sonlanması sermaye sınıfları açısından da “makul” ve “ılımlı” bir geçiş senaryosu olarak düşünülüyorsa, ekonomik kriz ve yoksullaşmanın Türkiyeli emekçiler nezdindeki başatlığı toplumsal muhalefetin radikal kesimlerinin öncelikli gündemi olmak durumunda.

Kitlesel, yerelden ülke çapına kadar her basamakta örgütlü, ekonomik ve politik taleplerini bir yeni ülkenin kuruluşu hedefinde bütünleştirmiş, halkçı ve özgürlükçü bir söylemle donanmış, emekçi karakterini faşizme karşı mücadele içerisinde berkitmiş bir siyasal mücadele kulvarı, Saray Rejimi’nin ve Erdoğan iktidarının gerçek anlamda yıkılması için şart. Sonrası için de tabi...

Gidenin neden gitmekte olduğunu anlamak, gelenin ve gelmesi beklenenin nasıl zuhur edeceğinin de ifadesi yani.

İşte bu, müthiş bir bahtiyarlık...