Anayasa yapıyoruz: Haydi koş sen de katıl!

Yanlış hatırlamıyorsam, 1985 yılından bu yana Eczacılık Fakültelerinde, farmakolojinin yanı sıra, “Sağlık ve Eczacılık Mevzuatı” dersi de okuttum. Kısmen ‘Hukuka Giriş’ dersi de diyebiliriz. Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyetinde Genel Sekreter olarak yaşadığım ve yoğun hukuk ve mevzuat mücadeleleri içinde yer aldığım çalışmaları da hesaba katarsak, bu fasıl, mektepli bir hukukçu olamadıysam da alaylı olarak kırk yıllık doğrudan uğraş alanlarım içinde oldu.

Derslerimde, öğrencilerin de zevkle dinleyip, izlediklerini gözlemlediğim ilk bölümler, “Toplumsal Evrimleşmenin Diyalektiği” konusuna ayrılmıştı.  İnsanlığın, toplumsallaşma tarihi içerisinde, avcı-toplayıcılıktan, nasıl sınıflı toplumlara dönüştüğünü ve hukuk kavramının bu tarihsel süreç içerisinde nasıl kendisini örerek bu güne geldiğini hikâye ederdim. Diyeceğim, sadece bir “hukuka giriş” değil, hukuku da kapsayan bir insanlık yürüyüşünün, aktarabildiğim izleriydi bu dersler.

Hani yani bunları biraz da son birkaç günün yoğun gündem maddelerinden birisi olan bir konuya dair, sözüm olabilir, mecrasına kapı aralamak için ifade ettim. O da şu Anayasa konusunun gündem edilişidir.

Gündemde hararetli bir tartışma var; o da yeni bir Anayasa yazma tartışması. Bunu Reisicumhurun, parti içi toplantılarında dile getirdiğinden bu yana, artık konu gündeme yerleşmiş vaziyettedir. Demek ki neymiş, yine üstümüze giydirilen, “Başkanlık Sistemi Anayasası” dar gelmiş olmalı ki, terzi makasını eline aldı. Ya yeni bir giyisi dikilecek ya da meçhul beden ölçülerine göre istenilen düzeltmeler yapılacak.

HUKUK HİYERARŞİSİNDE ANAYASA

Hukuka giriş derslerinde işe hukuk kavramının tanımı ile başlanır.

Özetle; “İnsanlar toplum halinde yaşarlar. Toplumsal yaşam ise bir düzeni gerektirir. Hukuk, toplumsal yaşam içinde istenen düzenin sağlanmasını sağlayan yazılı kurallar bütünüdür” diye bir tanım yapılarak söze giriş sağlanır…

Düzenin tesisi, toplumsal yaşamın her alanını ilgilendirir. Ki, birey olarak, kişisel hak ve hukukumuz ile bunu toplumsal yaşamın her alanında ortaklaşa paylaşma biçimleri, bir “sened-i ittifak” olarak yazılı bir metne dâhil edilebilsin.

Buradan öncelikle anlaşılan, yasaların anası sayılması gereken belge, hukuk hiyerarşisinde tüm mevzuatın en tepesindedir. Sonra adi yasalar, genel yasalar ve özel yasalar gelir. Yasalardan sonra tüzük, yönetmelik ve benzerleri rütbe basamakları küçülerek birbiri altına iner. Hiç birisi de en tepedekine ve hiyerarşide bir önceki gelen mevzuu belgeden bir üstekine aykırı olmadan, sıralanmak durumundadır. Yani kendini anayasal bir hukuk devleti olarak tanımlayan bir toplum, kendi ana sözleşmesine birincil dereceden bağlıdır. Bu günlerde, bu memleketin en yüksek mahkemesi olan ve aldığı karalarla herkesi bağlayabilen Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarının kâle alınmaması, uygulanmaması başka acı ve talihsiz bir ironidir.

Öyleyse, bütün bir toplumun sened-i ittifakı haline gelecek bir belge yazmak, kabul etmek, hukuk tesisi bakımından en zor işlerin başında gelir…

ANAYASALAR İLAHİ BELGELER MİDİR?

Komik bir başlık gibi gelebilir; elbette değildir. Bizim memlekette bu denli sıradanlaşmış olduğuna bakılırsa, dert etmeyin, bir torba yasanın içine anayasa değişiklik maddelerini de koyalım ve işleri rahat rahat bitirelim diyesi geliyor insanın…

Belgenin adı “Anayasa” olunca, hukukçular bu işin inşasına da “anayasa yapımı” adını veriyorlar. Anayasa yapımını da, en kısa biçimiyle, “temel toplumsal tercihlerin yapılması” olarak tanımlıyorlar.

Toplumsal tercihler, sonuç olarak tümüyle ideolojik niteliklidir. Bunlar, kişi hak hukukundan, bunların toplumsal çıkarlarla telif edilmesine değin, siyaset, hukuk, hatta ekonomik, kültürel alanlara ilişkin olabilir.

Buraya kadar billurlaşanlarda bir sorun kalmadığı sonucuna varırsak, geldiğimiz nokta şöyle özetlenebilir: Öyle bir belgede ittifak edeceğiz ki siyasetinden, iktisadına, hukukundan, kültürel olanına koca bir toplumda aynı nabız atacak. Yani aynı ideolojik kıyafeti hazır giyim giysisi gibi külah yapacağız…

Haydi, bir an için olacağını düşünelim, zorun daha büyüğü bizi beklemektedir. O da şudur: Bu tercihleri kimin yapacağı veya yapması gerektiğidir. Yapılacaksa, mekanizmasının nasıl konulacağı, önümüzde dağ gibi yükselmektedir. Çağımızın moda ideolojik kavramını da unutmayacağız; yani anayasa bir de demokratik olacak…

Demokratik anayasa yapım yönteminde, bu tercihler kuramsal olarak halk tarafından yapılır. Demokratik olmayan anayasa yapım yönteminde ise, halkın süreçten dışlanması ve anayasanın iç veya dış güçler tarafından dayatılması da söz konusudur.

İç güç, adeta o toplumun içinden gelen bir itkiyi içerir görünse de durum pek de öyle değildir. Mesela monarşilerde “iç güç anayasası” monarkın yürürlüğe soktuğu bir düzlemde yürür. İç gücün en bariz bir diğer örneği ise askeri darbelerle yapılan anayasa süreçlerine ilişkindir.

İç gücü anladık diyelim, tamam da dış güç nedir derseniz; bakın coğrafyamıza, mesela hem Irak ve hem de Suriye’de ya da Libya’da bu coğrafyaların dışından her renkten bir yığın ittifak güçleri, oralara demokratik anayasa kılıfında tepeden yazılacak masalar kurmak derdindedir. Yani kısaca bir defa düşmeye görün, dışınızdaki herkesin sizinle ilgili bir derdi, niyeti olabilir…

KÖR DÜĞÜMÜ BİRAZ DAHA AÇALIM…

1. Demokratik Anayasa nasıl yapılır(?): Halkın katılımı esastır. Oysa iki tür katılım vardır. Doğrudan ve dolaylı olarak ikiye ayrılır. Doğrudan da toplam mahsup, halkın tümüdür. Oysa bütün bir toplumun Anayasa yazacak hali elbette yoktur. Memleketin nüfusu kadar ahalinin masa başı edeceğini düşünmek ise, abesle iştigaldir. Öyleyse ne olacaktır? İkinci yol olan dolaylı katılım gündeme alınacaktır. Orada da mekanizma ‘temsiliyet ve oydaşma’ olacaktır! Yani meclisteki vekillerin de dışında, yaygınlaştırılmış halk temsiliyet öbeklerininin, yapım sürecine katılımı ile ve mutabakat sağlanabilen hususlarda oydaşma ve çoğunluk rızasına dayanan, “ütopik” sayılabilecek bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Yani imkânsız değilse bile onun sınırlarında gezinir.

2. Anayasa yapımında hangi ögeler başa güreşir(?): Anayasalar tarihine bakılacak olursa, kuruculuk veya restoratif diye ayrıştırmak mümkündür. Kurucu anayasalar, bir toplumun yeniden şekillendirildiği ve neredeyse eskinin her izinin silindiği, yeninin ise en tepeden, en alta değişimin bütün görüntülerini içerdiği anayasalardır.

3. TBMM tarafından kabul edilen ilk anayasa 20 Ocak 1921’de yürürlüğe girmiştir. 1921 Anayasası, savaşın içinden değişen ve gelişen ihtiyaçları karşılamaya yetmeyince, anayasanın esas prensiplerine sadık kalmak şartıyla, 20 Nisan 1924 tarihinde, 491 sayılı kanunla ikinci bir anayasa kabul edilmiştir. 1924 Anayasası veya ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’, önceki toplumsal dönem olan Osmanlı Devletini, sultanlık ve halife makamını ilga ederek (esasen hilafet makamı, 3 Mart 1924 günü çıkarılan bir kanunla kaldırılmıştır) Cumhuriyet rejimini kurmuştur. Tarihsel ve hukuksal dayanağını da Kurtuluş Savaşından almıştır. Bu savaşın sevk ve idare mekanizması olan Büyük Meclis’in kendiliğinden var ettiği hukuksal geçerlilik üzerine de oturmuştur. O anayasanın laikleşmesi ise daha sonralara uzanır. 1924 Anayasasındaki, "Devletin dini, İslam dinidir" maddesi, 10 Nisan 1928'deki değişiklikle kaldırılmış ve laiklik ilkesi de 1937'de anayasaya girmiştir. Yani kurucu anayasa, ilerleyen süreçlerde yenileme geçirmiştir.

4. Kurucu Anayasalar, kurucu meclislerle tesis edilir. Savaşı yürüten ve utkuya kavuşturan meclis ‘Kurucu Meclis’ özelliğini de uhdesinde taşımıştır.

5. Sonraki meclisler artık müesses nizam meclisleri olarak işlev görmüşlerdir.

6. Türkiye Anayasa tarihinde, askeri darbelerle gelen iki Anayasa vardır. İlki 27 Mayıs Anayasası ve ikincisi de 12 Eylül Anayasasıdır. Her ikisi de kurucu meclislere veya danışma meclislerine müracaat etmiştir. Ancak darbeyi yapanların, hüküm ve yönetim varlıkları, yürütülen süreçlerin tümünün içinde ve tepesinde olmuştur.

7. 27 Mayıs Anayasası, bir darbe ürünü olmasına karşın, içerdiği hükümler itibariyle geç burjuva devriminin, demokratik devrim haline dönüştürülmesi niyetinde, önemli bir kabuk görevi de görmüştür. Toplumsal yaşamın, özellikle kapitalizmin, ikinci dünya savaşı ve 1960 lar sonrası ‘refah devletleri’ sürecine evrimindeki, çağdaş kabul edilebilecek ne denli özellikleri var ise, ona dair düzenlemeleri içeren bir özellik sergilemiştir. Hatta toprak reformuna da gönderme yaparak. Burada da tam bir toplumsal oydaşma olmadığından, Türkiye’de takiben gelen bütün sağ hükümetler, bu Anayasayı iğdiş edecek teamüller içinde bulunmuş ve sonucunu da kendilerini iktidardan götüren 12 Eylül rejimi Anayasası ile almışlardır.

8.12 Eylül Anayasası ise, Başkanlık düzenine geçişe kadar yanlış hatırlamıyorsam 17 kez değiştirilmiştir. Bu değişikliklerle, ilk yazıldığı tarih ile 2017 ye gelinceye kadar, Anayasa maddelerinin yarısından çoğu ve başlangıç maddelerinin bir kısmı, değiştirilmiş ve son değişiklikle ‘güçler ayrılığı’ ilkesi ortadan kaldırılarak Başkanlık sistemine geçilmiştir.

9. Bütün bu süreçler, hazin öykülerle ve 82 Anayasasının kabulünde %91,7 gibi bir halk desteğinin hem korkuya ve hem de güce tapıncını içinde barındıran saik nedenleri ile başlı başına bir inceleme konusu olarak kenarda durmaktadır (çok inceleme yazısı yazıldığını da ‘kayd-ı diğer’ olarak ekleyeyim).

ŞİMDİ DURUM NE?

Reisicumhurun son beyanatına kadar, bu Anayasa ve Başkanlık Sistemi güllük gülistanlıktı. Her gün Cumhur ittifakı sözcüleri, işlerin iyi gittiğinden bahsediyordu. Sonra baktık ki ortada yeni bir davetiye var.

Bu davetiye çıkmadan önce, iktidarın eleştirilerine hedef olan muhalefet çalışmaları veya görüşmeleri, gündemde eleştiri haberleri olarak dolaştırılıyordu. Millet ittifakı fırkalarının temsilcileri arasında, ‘güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçiş’ ine ilişkin, ne külliyen yalanlanan ve ne de kabul edilen toplantılar yapıldığı ve bunların içinde HDP’nin de bulunduğu, iktidar sözcüleri ve iktidarın küçük ortağı parti başkanı tarafından, bel altı, bel üstü dile getiriliyordu.

Sonra birden adım atıldı ve “eniştem beni neden öptü(?)” tartışmaları, artık gündeme düştü. İktidara yakın TV kanallarının en irilerinden birkaç yayın mecrasında, her konuyu derinlemesine bilen ve analizleri ile toplumu irşat edenler, bu konuda da ortaya çıktılar. Sekiz on kişilik veya biraz daha fazla olan, her şeyi bilenler, bu konuları bitip, tükenmek bilmeyen saatlerde konuşup duruyorlar. Sinyal verildiği için, yeni bir alıştırılma döneminden daha geçiriliyoruz gibime geliyor. Pandemi ve yoksullaşma anaforunda başı döndürülmüş bir toplum, bu seferde ‘temizlik, yemek benim işim’ safsata programlarının yanı sıra, bu yeni konuyla da bombardımana tutulur duruma getiriliyor.

Kuşkusuz iyi gitmeyen bir sürü işin yanı sıra, şimdi ihtiyaca binaen Anayasa değişirse düzlüğe çıkacağız masalları mı anlatılıyor(?) diye düşünmekten de kendimizi alamaz duruma mı getirilmek isteniyoruz acaba? Hani bir de böyle düşünelim, diye yazmış olayım…

Reisicumhur, hazırlatacağı Anayasaya 400 milletvekilinin olumlu oyunu bulmaya çalışıyor. Zira o kadar milletvekili yok. Öyleyse muhalefeti de ikna etmesi gerek. Diyor ki, bir yaklaşım sağlayana biz beş adım belki de daha fazlasını atacağız. Yani “gel, ne olursan ol, yine bize gel” çağrısı mı acaba diye Mevlana’yı okumak gereği de ortaya çıkıyor.

İşin merkez noktası da baştan konuyor. Başkanlık sistemi çerçevesinde ve onun iyileştirilmesi için. Düne kadar mükemmeldi de ne zaman iyileştirme ihtiyacı ortaya çıktı; anlaşılır gibi değil.

Bu iş, hukuki meşruiyet arayışının yeni bir sunumu izlenimini taşıyor. Söz gelimi, genişletilmiş katılımlı halk temsilcileri düzeni kurularak, olabildiğince demokratik bir Anayasa mı yapılmak isteniyor? Soru çok; geçmiş tecrübelere bakılırsa, böyle bir cevap kuşkusuz yok. Anayasalar üzerindeki vesayet dönemi izlerinin bu surette tamamen ortadan kaldırılma niyetinden de bahsediliyor.

Şimdilik benim anladığım, çıkışı kalmayan bu kapılardan, bir meşruiyet zemini daha sağlansın ki 2051 lere değin koltuk işi bir sağlama alınsın. Öyle ya 2071’e bir kavuşursak Malazgirt’in milenyumuna da erişeceğiz.

Bu pilav daha çok su kaldırır. Menzil uzun, konuşmaya devam edeceğiz, korkarım…

[email protected]