Ne kötü giyinmişsin amele gibi olmuşsun…
Şu saçlara bak, oğlum amele misin sen?
Ay kaç saattir yollardayım ameleye döndüm ya…
Amele gibi konuşup durma…
Amele… Aşağılayıcı bir sıfat olarak da kullanılıyor. Bulunduğu ortamda sırıtan, bazen gariban, ama ortama yakışmayan, giydiğini yakıştırmayan, kültürsüz, kaba, kıro…
Amele… Amele işçi demek, ama amele dendiği zaman ilk akla gelen inşaat işçileri.
Bir mahallede inşaat mı var, o mahalledeki tüm hırsızlığın nedeni onlardır. Sürekli ortalıkta dolaşıp, görüntü kirliliği yaratırlar, gürültü yaparlar, kızlara muhtemelen laf atarlar sarkıntılık ederler, milliyetçi muhafazakar mahallelerimizi, kimi sahil kasabalarını yaşanmaz hale getirirler.
Ve bunların hemen hemen hepsi koca bir yalandır! Ahlaksız, rezil, gerici-tutucu ruh hastalığının içindekini yansıtacağı bir kurbandır ameleler!
Üç dört haftada bir, Pazar günleri çarşıya, alışveriş merkezlerine giderler, evet, giydikleri kimi zaman üstlerinde eğreti durur, saçları keşke taranmasaymış deriz, ayakkabılar kimi zaman frapan kimi zaman tozludur. Ama her yerde sanki yabancı hissederler kendilerini, öyle hissettirilirler. Garibandır amele, o ülkenin dilini bilmez, Suriye’den gelmiş kaçak çalışmıştır, Özbekistan’dan gelmiş işçi simsarı tarafından pasaportuna el konmuştur. Kendi inşa ettikleri alışveriş merkezlerine, üstleri başları bahane edilerek alınmadıkları olmuştur. Sürekli bir ürkeklik vardır üzerlerinde biraz dikkatli baktığınızda hissedersiniz. Ceplerinde nüfus cüzdanları sürekli hazırdır veya oturma izni, pasaportu; polisin GBT kontrolünden kaçamazlar bazen günde üç dört kez kimlik kontrolünden geçerler.
Çoğunun ailesi uzaktadır, çoğu bekardır basit ama mutlu bir aile hayali kurmaktadır, çoğu ilk kez çalışma yaşamına bir şantiyede başlamıştır, çoğunun eğitimi azdır, çoğunun Türkçesi zayıftır, ama çoğu, hem de büyük bir çoğunluğu tertemizdir.
Laf olsun diye söylemiyorum, tanıyorum. Bugüne kadar o veya bu şekilde işçilerin arasında çalışmış, özellikle inşaat işçileriyle çok fazla birlikte olmuş, dertlerini dinlemiş, eğitimlerde bulunmuş, yanyana yürümüş birisi olarak onları tanıyorum. Önümüzdeki günlerde haftalarda aylarda daha da tanıyacağım umarım.
Özetle onlar ameledir, amele sınıfının en zor koşullarda çalışanları, en fazla yaralananları, en fazla ölenleri onlardır.
Ve onlar artık başkaldırmıştır!
Aşağılanmak, köle yerine konmak, en rezil koşullarda yaşamak canlarına tak etmiştir.
Kimdir bu inşaat işçisi?
Sektördeki üretimi belirleyen şey taşeron sistemi, taşeron sistemi de baskıcı bir üretim biçimi. Taşeron firma ile ana firma arasındaki bağımlılık ilişkisi baskı koşullarını yeniden üretir ve taşeron çalışma, üretim sürecinin parçalanmasının bir ürünüdür ve bu parçalanma, ana firma ile taşeron firma arasında bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır ve bu bağımlılık ilişkisinde ana firma çok güçlüdür.
Çok büyük, tanınmış, kendisini iyi reklam etmiş ve kamuoyunda da bilinen bir firma bir ihale alır veya günümüzde pek çok örneğini gördüğümüz gibi büyük projeleri pazarlar. Ancak görünen büyük firmanın ardında tam bir hiyerarşi yer almaktadır. Biz büyük, tanınmış bir firma görürüz, ama işin yönetim kısmı sadece ana yükleniciye ait olur, ana yüklenici gidip taşeron firmalara işi dağıtmaktadır. Büyük ana yüklenici firmanın esas işlevi onları yönetmek, aralarındaki koordinasyonu sağlamaktır. Taşeronlar gidip daha küçük taşeronlar veya küçük 5-15 kişilik iş ekiplerine işi dağıtırlar. Dev, “Türkiye’nin gururu” projeler aslında en alttaki küçük iş ekiplerinden oluşan, kimi zaman yüzlerce ekibin bir arada çalıştığı şantiyelerdir.
Biraz daha derinlere inelim ve bakalım, peki bu iş ekipleri kimdir? Herhangi bir taşeron bir tanıdığını arar, tanıdığı usta çoğu kez hemşehrisini, köylüsünü, akrabasını çağırır, kendi içlerinde ekibi kurar ve şantiyeye girerler çalışmaya başlar. İş kazalarında çoğu kez akrabalarından iş ekibi oluşturan ve şantiyeye geçici çalışmak amacıyla giren bir usta getirdiği amcaoğlunun, köylüsünün işvereni konumunda alt işveren sıfatıyla yargılanabilmektedir. Ama burada klasik bir emek-sermaye ilişkisinden veya çelişkisinden söz etmek oldukça güçtür ve tartışmalı bir başlıktır.
Çoğu inşaat iş kazasında kazazede işçi ile sanıklardan birisinin soyadı aynı olabilmektedir. Çoğu durumda hepsi akraba olan bir ekip, yanlarında 12-15 yaşlarında bir akrabalarını da getirir, 15 kişilik bir iş ekibinde mutlaka bir iki çocuk işçi olur ve herhangi bir "kaza" durumunda, benim de defalarca tanık olduğu üzere "getir götür işlerine bakıyordu, çay demliyordu" denir. İşin aslı akrabalarının yanında iş öğrensin diye inşaatlara getirilmeleri ve hayatında hiç görmediği risklere maruz kalmaları olgusunun çocuk işçi ölümlerini artırması olgusudur.
Büyük bir fabrikada yüzlerce işçiyle bir arada üretim yapan, onlarla en ilkel haliyle bile pek çok duyguyu, gündelik mücadeleyi paylaşan ve kendisi farkında olsun veya olmasın sınıfın bir bireyi olan işçinin yerine, küçük bir taşeronun veya akrabasının geçici işçisi söz konusudur. Kimi zaman bir inşaat işçisi, işçi sınıfının bir parçası değil, kendisini bir cemaatin parçası gibi hissedebilir. Bu cemaat kimi zaman bir dinsel yapı, kimi zaman hemşehrilik ağı, kimi zaman da, özellikle inşaat sektöründe olduğu gibi, bir aile yapısı olabilir.
Öte yandan tüm dünyada inşaat işleri göçmen, kaçak işçilerden veya o ülkede yaşam koşulları ve toplumsal refahtan aldıkları paylar çok geri durumda olan azınlıkların bireyleri tarafından görülmektedir. İtalya’da, Yunanistan’da eski Yugoslavya'dan gelenler, Arnavutlar, Güney Kıbrıs’ta Kıbrıslıtürkler, Kuzey Kıbrıs’ta Türkiyeli Kürtler, Türkiye’de Kürtler ve şimdi Suriyeliler, Özbekler, Türkmenler ve Afganlar, Arap ülkelerinde Malezyalı, Çinli işçiler, ABD’de Latinolar vs. Bugün 3. Havalimanında da gözlemlediğimiz bir olgu, Türki cumhuriyetlerden gelenlerin sayısının çokluğudur. İnşaat işçisi tam bir hiyerarşi içindedir, farklı halklardan gelen işçiler kimi zaman birbirlerine karşı tepkisellik biriktirebilir. Türk işçiler, Kürt işçiler işimizi elimizden aldı derken, şimdilerde Kürt işçiler, Özbeklerden, Türkmenlerden ve en altta yer alan Suriyelilerden dert yanabilmektedir.
En “gariban”ı çalıştırmak özellikle tercih edilir. Öncelikle ucuzdur, ayrıca herhangi bir önlem almak gerekmemekte, kimi zaman pasaportlarına el konan işçiler üzerinde baskı oluşturulmakta, dil farklılıkları dolayısıyla işçiler kandırılmakta, vahşi kapitalizmin kuralları her aşamada uygulanabilmektedir. Her halükarda, “baskıcı”, “despotik” bir yapı kendisini “garibanların” üzerinde hissettirmektedir. Özetle, taşeron çalışma Gamze Yücesan Özdemir’in tabiriyle, bir despotik emek rejimidir; çünkü işçi sınıfında, meydana gelen katı bölünmeler ve hiyerarşiler baskı koşullarını yeniden üretmektedir.
İnşaat emekçilerinin kendine has, ama artık neredeyse tüm esnek, geçici, taşeron bazlı sektörde görülen bazı özelliklerinden de söz etmekte yarar var. İnşaat işinde, bazı işler bazı memleketler tarafından paylaşılmıştır. İnşaat denince genelde Kürt emekçilerimiz akla gelse de bu kısmen doğrudur, sözgelimi Bayburt, Samsun, Ordu’dan kalıpçı ustaları çıkmakta, bir sonraki projede de işler neredeyse paylaşılmaktadır. Duvar ustalarının büyük bir kısmı Vanlı olmakta, şapçı ve sıvacılarda ise Kürt illerinden emekçilerin ağırlığını görülmektedir. Demirciler Gaziantep, kimi zaman İç Anadolu’dan, Siirt’ten, Bingöl’den, genel olarak kalifiye olmayan işgücü en yoksul Kürt emekçilerinden oluşur. Örneğin Ardahan’da bir köy 3-4 kuşaktır demircilik yapmaktadır. Genel olarak Karadeniz ve Güneydoğu illerinden gelen işçilerin şantiye ortamında bir arada olduğu bir yapı görülmekte, Türkiye’deki siyasal toplumsal gerilimlerin şantiyelerde de yaşandığı, bunun da patronlar tarafından kullanıldığı söylenebilir. Çalışan ekipler proje bitince yeni proje yoksa memleketine dönmektedir. İnşaat söz konusu olunca işinden evine evinden işine giden bir emekçi profilinden söz etmek imkansızdır. Barakalarda, inşaatlarda en insanlık dışı koşullarda yatıp kalkan (ve bu koşullar dolayısıyla yaşamını yangın ve boğulma sonucu yitiren); para biriktirmeye çalışan, göçebe halde yaşayan binlerce insandan, binlerce “gariban”dan söz etmekteyiz.
“Ameleler” nasıl çalışıyor?
Yukarıda söylenenler ışığında inşaat üretimine baktığımızda, benzer hiyerarşiyi çizmemiz mümkündür. Herhangi bir projenin sahibi firma, inşaat sözleşmesi imzaladığı büyük, ünlü tanınmış firmayı, projenin zamanında yetişmesi için sürekli sıkıştırır. Zamanında yetişmemesi durumunda, mağaza açılışı gerçekleşemeyecek, satışlar yapılamayacak ve zarar edilecektir. Her ne kadar sözleşmede bunlarla ilgili cezai şartlar konmaya çalışsa da, bu sürece girmek yerine yukarıdan sürekli bir baskı vardır. Ana yüklenici firma işi parçalara ayırmıştır, yukarıda açıklandığı üzere "yüklenici” firmalar ve alt yüklenicilerin de sürekli çalıştığı "taşeron” firmalar veya "işçi ekipleri”ne kadar hiyerarşi iner. Ana yükleniciden alt yüklenicilere, alt yüklenicilerden de taşeronlara/işçi ekiplerine sürekli işi zamanında yetiştirmeleri yönünde bir baskı yapılır. Hızlı, yoğun ve stresli çalışma koşullarında, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri tamamen gereksiz olarak görülür. Bu önlemleri alma konusunda ana yüklenici baskı yapsa dahi, işin gecikmesi/ödemelerin yapılmaması/yevmiyelerin ödenmemesi baskısı altında çoğu kez işçiler kendileri bu önlemlerin alınmasına direnç gösterirler. Örneğin bir işçi ekibi yalnızca bir ay çalışacaksa, bir ayda işini bitirip hemen başka işlere yönelmek ister, bu zaman zarfında kaza geçirme olasılığı gerek işçiler, gerek işçi ekip başları, gerekse de taşeronlar tarafından göz önünde bulundurulmaz. Bu hiyerarşik ve dağınık yapı kapitalist bakış açısıyla ele alınsa dahi "işletme yönetimi” içinde genel yönetimin bir parçası olan "işçi sağlığı ve iş güvenliği yönetimi” uygulamalarının önünde de bir engeldir. Zira, iş güvenliği konusunda alınması gereken önlemler tüm işyeri için merkezi olarak planlanmak, uygulanmak, denetlenmek ve koordine edilmek zorundadır. İnşaat sektörü söz konusu olduğunda, birbirinden bağımsız taşeronların, birbirlerinden riskli işleri farklı farklı alt denetim ve yönetim mekanizmaları altında yapması olgusu beraberinde iş güvenliği uygulamalarının istense dahi uygulanmasını zorlaştırmaktadır.
Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada da inşaat sektörünün en fazla iş cinayetine sahne olmasının nedenlerini anlamak için sektörü biraz anlamak, kendine özgü yapısını irdelemek gerekiyor. Öncelikle inşaat sektörü proses bazlı değil, proje bazlı bir sektördür. Bir başka ifadeyle hammadde bir üretim sürecine girip mamul olarak çıkmaz, üretim süreci sürekli birbirini tekrar etmez. Her projenin kendi özgünlüğü bulunur, bir bina inşaatıyla, baraj inşaatı birbirine hiç benzemeyeceği gibi, birbirinin hemen hemen aynısı iki bina inşaatında da farklı faktörler farklı riskleri ortaya çıkarır. Yalnızca projelerin farklılığı değil, inşaat sektörünün dış etkenlere açık olması da her projeyi özgün kılar. Örneğin siz tıpatıp aynı iki binayı Erzurum’da veya Adana’da yaparsanız birbirinden tamamen iki farklı iş yapıyorsunuz demektir. Hava koşulları, zemin koşulları, iş gücünün özelliklerinin ve ücretin her bölgeye göre (diğer sektörlerden çok farklı olarak) değişmesi, malzeme tedarikçileri yakın-uzak olmak farklılıklar yaratacaktır. Bu farklılıklar proje süresi (işin yoğunluğu); iş kalemlerinin sırası, çalıştırılan işçi sayısı ve daha pek çok parametre üzerinde etkide bulunur. Her inşaatta birbirinden farklı iş kalemleri olabilir ve bunlar bir bant tipi üretim gibi birbiriyle bağlantılı olmayıp, neredeyse kaotik bir ortamda, birbiririnden farklı, irili ufaklı iş ekipleri tarafından gerçekleştirilir ve her iş kalemi kendine özgü riskler taşır. İnşaat sektörü yalnızca bir yapı süreci değildir, boya, çevre düzenlemesi, elektrik, sıva, taş, asfalt, hafriyat işleri gibi farklı işleri barındıran karmaşık bir alandır. Dolayısıyla her iş kalemini gerçekleştiren farklı farklı taşeronlar/iş ekipleri arasında bir eşgüdüm ve üzerlerinde tam bir denetim zorunludur, bu eşgüdüm ve denetim olmadan işçi sağlığı ve iş güvenliğini şantiyelerde uygulamak hemen hemen imkansızdır.
Tüm bu söylenenleri değiştirecek olan şey, amelelerin, garibanların mücadelesidir. Bir araya gelen binlerce amele gariban falan değil ciddi bir güçtür. Ama diğer sektörlerdeki sınıf kardeşlerinin yokluğunda şantiyelerdeki bu gücün etkisi kısıtlı olacaktır. Bize düşen “amele” sözcüğünü dilimizdeki en onurlu, en güzel sözcüklerden birisi yapacak ortak mücadeleyi kurmak olacaktır…