Alkışlarla ölüyoruz!

Dün sosyal medyada bir video dolaşıma girdi. Karantina süresince kapalı olan AVM’lerden biri 1 Haziran’la birlikte başlayan ‘normalleşme’ kapsamında yeniden açılıyor. AVM yöneticileri sabah saatlerinde açılan kapıların eşiğinde, mesaiye başlamak üzere içeri giren mağaza çalışanlarını Queen’in We Will Rock You şarkısı eşliğinde alkışlarla karşılıyorlar. Bu neşeyi kapıdan giren işçilerde göremiyoruz elbette; onların gözlerinde ülkece zorlandığımız ‘normalleşme’ sürecinin fitilini ateşlemek üzere olduğu ikinci salgın dalgasından duyulan endişe okunuyordu, haklı olarak.

***

Covid-19 virüsünün dünyaya yayılmaya başlaması ve hızla bir pandemiye dönüşmesiyle birlikte, sağlık uzmanları alınması gereken önlemleri basitçe ortaya koydu: Genel karantina, yaygın test, maske ve dezenfektan temini. Bu, fiziksel mesafelenmeyi korumak adına zorunlu mesleklerde olmayan milyonlarca emekçinin evde kalmasını gerektiren bir önlemdi. Ancak, bunun bir bedeli de vardı elbette: Kapitalizmin çarkları nasıl dönecekti?

İşine gidemeyen, çalışamayan, dolayısıyla gelirinden yoksun kalacak insanların bu duruma 2-3 ay boyunca dayanamayacağını düşünüyordu herkes. Bunda haklılık payı da var tabi. Ama, gözden kaçan bir şey de var: İşe gidilmemesine, çalışılmamasına dayanamayacak olan, aslında kapitalizmin ta kendisiydi. Kârı sermaye sınıfının cebine akıtan çarkların durmasına esas dayanamayan, değil 2-3 ay, bir hafta bile tahammül edemeyen kapitalizmdi.

Kararları patronların ve onların temsilcisi olan siyasetçilerin aldığı bir dünyada, haliyle, sağlık uzmanlarının salık verdiği önlemlerin kesin olarak uygulanmasına imkan yoktu.

Türkiye’de ise, hiç yoktu!

Türkiye sermaye sınıfı Covid-19 salgınını gerçek bir sınıf bilinci ve dayanışması ile karşıladı. Saray iktidarı da patronun kim olduğunu hatırlamakta ve hizmet yarışına girmekte bir saniye bile kaybetmedi. Tüm uyarılara ve taleplere rağmen ücretli izin hakkının kullandırılmasına izin vermedi. Dahası patronlara çalışanlarını ücretsiz izne çıkarmak için kolaylaştırıcı yasalar çıkarıldı. Organize sanayi bölgeleri başta olmak üzere birçok fabrika ve atölyede çalışma sürdü. Hatta hafta sonu karantinalarında bile çalışması gereken işçileri özel izinlerle evlerinden çıkardı. AKP’li patronların fabrikalarına özel izinler çıkarıldı. 20 yaş altındaki gençlerin ve çocukların sokağa çıkması yasaklanırken, işçi gençler ve çocuklar yasak kapsamı dışında tutuldu. Maske ve dezenfektan dağıtılamadı. Dünyaya yardım kolileri yollanırken vatandaştan SMS’le para toplandı.

Bu liste tüm yazıyı kapsayacak kadar uzatılabilir.

Olup bitenin özeti ise şu aslında: Sermaye, işçi sınıfını ikiye böldü; bir yana evden çalışabilecekleri ayırdı, diğer yana gözden çıkarılabilecekleri. Salgının önüne atılanlar bu kesimler oldu. Salgından geçen ülkenin tüm yükü, riskin tümü, maliyetin tümü, faturanın tümü işçi sınıfının bu kesimine yıkıldı. Bunlar, sırtlandıkları ağır yükün altında ezilecek, gerekirse ölüp gidecek, geriye kalanlar ise sermayenin çarklarını döndürmeye devam edecekti.

Bu da yetmedi!

3 aya varan salgın sürecinde yarım yamalak, delik deşik, bölük pörçük alınan önlemler bile sermaye sınıfına fazla geldi. İşçi sınıfı artık tüm bileşenleriyle, yekpare biçimde, ayırt etmeksizin çarkları döndürmeye koşulmalıydı. Yük ağırlaşıyordu, o halde işçi sınıfının tamamı bu yükün altına sürülmeliydi. Sağlık uzmanlarının ve yurttaşların itirazları, uyarıları boşunaydı. Artık ‘normalleşme’ süreci başlamalıydı.

İşte 1 Haziran itibariyle içine itildiğimiz yol bu. Bu yolun çıkacağı yer ise belli: Alkışlarla uğurlandığımız ölüm!

***

Yazının başında bahsettiğimiz videoda kapitalizmin, işçilik deneyiminin, riskin eşitsiz paylaştırılmasının, gözden çıkarılmanın birkaç kareye sığdığı, epik anlardan birini izledik.

Videoda sadece çarpıcı bir olayı görmedik; her birimizi en derinden yakalayan bir endişeyi de duyumsadık. Anlatılanın bizim hikayemiz olması gibi, gördüklerimiz de bizim pek muhtemel geleceğimizdi. Hepimiz alkışlanmadık henüz ama hepimiz o kapılardan aynı endişelerle, aynı kaygılarla, gözden çıkarılmış olmanın öfkesi ve burukluğuyla geçtik, geçiyoruz, geçeceğiz.

Tıpkı, kınalarla boyanıp alaca yazmalarla süslenen kuzuların kurban edilmeye götürüldüğü ritüeller gibi.

Kurban ritüellerinin iki teması bulunur hep. Birisi, yaşamın kutsanmasıdır. Yaşıyor olmanın, kendisine bir yaşam bahşedilmiş olmasının kurbanın can verişiyle kutlulanmasıdır. İkincisi ise, toplumun tüm günahının bir kurbanın kanı ve etiyle temize çekilmesidir. Can veren kurbanın suçun tümünü, günahın tümünü, sorumluluğun tümünü beraberinde götürmesidir.

Tarihin en garip yanı, binlerce yıl geride kaldığını sandığımız şeylerin gölgesinin, gündelik hayatın ortasında açılıveren incecik bir yarıktan bir anlığına sızmasıdır. O gölge, toplumsal gerçeğe düşürdüğü kontrast ile kimin hangi yanda olduğunu açık eder bir anlığına. Kurbanlar karanlıkta kalır, güneş diğer yanı ısıtıp parlatır.

Gerçekten de burjuvazinin bir “estetik” duygusu varmış diyebiliriz: Kendi yaşamları kutsansın ve tüm suçlar kurbanın etinde temize çekilsin diye tabur tabur, bölük bölük, katar katar ölüme gönderilenleri alkışlamanın esktazı, sürrealizmin bile erişemeyeceği bir performanstır.