Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi

Yıl sonuna yaklaşılırken “yılın en iyi filmlerinden biri” nitelemesini hak eden filmlerin vizyona girişi hızlanmış durumda. İki hafta önce toplumcu gerçekçi ekolde sarsıcı bir film olan Üzgünüz, Size Ulaşamadık (Sorry We Missed You) perdelerimize uğramıştı (“uğramıştı” diyorum çünkü yalnızca iki hafta içinde vizyondan kalktı!). Dün (cuma) ise çok farklı bir sinema diline sahip olmakla birlikte aynı derecede etkileyici bir “kadın filmi” ve de queer film olan Fransız yapımı Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi (Portrait de la jeune fille en feu) Başka Sinema zinciri üzerinden ülke çapında sekiz şehirde toplam 26 salonda vizyona girdi.

Céline Sciamma’nın yazıp yönettiği Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, 18’nci yüzyılda bir resim kursunda öğrencilere hem modellik hem de öğretmenlik yapan Marianne adındaki genç bir kadın ressamın, eski bir tablosunun bir öğrencisi tarafından depodan çıkarılmış olduğunu fark etmesiyle açılıyor. Bir deniz kıyısında etekleri alev almış genç bir kadının resmedildiği tablonun öyküsünü izliyoruz filmin ana gövdesi boyunca. 

Héloise adındaki genç bir kadının portresini çizmesi için Fransa açıklarındaki bir adaya için çağrılmış olan Marianne’den beklenen iş bir hayli çetrefillidir. Héloise’in portresi, Milano’da yaşayan müstakbel kocasına gönderilecek ve iki ailenin büyükleri arasındaki anlaşmaya göre, şayet karşı taraf bu tabloyu beğenirse izdivaç gerçekleşecektir. Ancak tanımadığı bir adamla evlenmek istemeyen Héloise, portresinin çizilebilmesi için poz vermeye yanaşmamaktadır. Dolayısıyla Héloise’in annesinin Marianne’den beklentisi, kızına refakatçi olarak takdim ettiği Marianne’in kızının simasını deniz kıyısında beraber yapacakları yürüyüşlerde belleyip karşısında poz verilmeden portreyi çizmesidir… 

Sciamma, Héloise’in içinde bulunduğu kapanı, çok iyi tasarlanıp çok iyi yazılmış öz ve çarpıcı diyaloglarla hem Marianne’e, hem de biz izleyicilere duyumsatıyor. Örneğin Marianne, Héloise’e neden bu evliliği istemediğini sorduğunda “bu evlilik hakkında ne biliyorsunuz?” sorusuyla karşılaşıp “Milano’daki bir beyefendiyle evleneceğinizi” yanıtını verince “ben de yalnızca o kadarını biliyorum” karşılığını alıyor! Veya Héloise’in geldiği manastır yaşamına geri dönmeyi istemesine anlam veremeyen Marianne, manastırın en azından bir kütüphanesi olduğu yanıtını alınca daha fazla söze gerek kalmıyor. Öte yandan annenin de kızına bu evliliği dayatmasının ardında, bu vesileyle kendisinin de adadaki izole yaşamdan kurtulma arzusunun yattığını anlıyoruz.

Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, çok katmanlı ve aslında hakkında sayfalarca yazılmayı hak eden bir film. Erkek egemenliğinin günümüzden bile daha kuşatıcı olduğu çağlarda pek çok kadının hissettiği çıkışsızlık ve çaresizlik duygularını acıtıcı biçimde izleyiciye geçirmesi filmin tek başarısı değil. Marienne’in, Héloise’e onun jest ve mimiklerine dair gözlemlerini aktardığında Héloise’in de Marienne’in jest ve mimiklerine dair aynı derecede ayrıntılı ve isabetli gözlemlerini aktarması ve ardından “sen beni gözlemlerken benim kimi gözlemlediğimi sanıyordun ki?” demesi çok manidar. Bu sahne ve replik, bakışın, bakanın etkin özne, bakılanın edilgen nesne konumda olduğu bir ilişki içerdiğine dair ezbere yaklaşımları alaşağı eden daha nüanslı yaklaşımların özlü bir temsili ve ifadesi.

Annenin birkaç günlüğüne adadan ayrılıp yalnızca Héloise ve Marienne arasındaki duvarların tamamen yıkılmakla kalmadığı, ayrıca bu ikili ve hizmetçi Sophie arasında eşitlikçi ve insani bir yaşamın kısa süreliğine tesis edildiği dönemi ise sınıfsal farklılıkların naif biçimde ortadan “kalktığı” noktasından değil, bu üç genç kadının da aslında benzer konumda olmaları ışığında değerlendirmek gerekli kanımca: Sophie, annenin egemenliğindeki malikanenin hizmetçisi ama zaten Marienne’in işvereni de aynı anne, Héloise de annenin kendi amacına ulaşabilmesi için bir enstrüman.

Bu üçlünün ziyaret ettikleri, adanın yerli halkından aralarında şifacıların da olduğu yoksul kadınların gece karanlığında ateş karşısında topluca şarkı söyledikleri şenlik ise orta çağlarda misojinist engizisyoncuların cadı avlarına bahane olan etkinliklerin muadili ya da ta kendisi olsa gerek.

Filmi izlerken bu gece şenliği sahnesi bittiğinde (ki, film çıkışı ayak üstü sohbet ettiğim sinefil bir sinema çalışanın da aynen söylediği gibi Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi’ne getirilebilecek tek eleştiri, bu seyre doyum olmayan sahne “keşke biraz daha uzun tutulmuş olsaydı” demek) filme bundan iyi bir final olamayacağını, yani filmin bu sahnenin ardından bitmesinin daha iyi olacağını düşündüm bir süre. Ancak film devam ettikçe çok geçmeden bu açıdan yanılmış olduğumu gördüm. Artık bu noktada bir aşk filmine dönüşmüş olan Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, son çeyreğinde her biri aynı ölçüde şaşırtıcı, sarsıcı, insanın boğazını düğümleyen bir dizi unutulmaz mizanseni kısa aralarla perdeye getiriyor. Hele kapanış sekansının etkileyiciliğinde zaten film boyu her biri hayranlık uyandıran performanslar sergilemiş olan oyunculardan Héloise rolündeki Adéle Haenel’in (*) performansının da payı yadsınamaz. Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, bittikten sonra üzerinizdeki etkisini sürdüren ve bir daha unutamayacağınız filmlerden.

(*) Haenel’i ilk olarak, sermayenin ve devlet iktidarının kurum ve sembollerine bir dizi bombalı saldırı düzenleyen bir grup genç eylemciyi konu alan Paris Yanıyor’un (Nocturama, 2016) kısa ama anahtar bir sahnesinde ne olup bittiğini tam bilemediğini söyleyip ama her ne olduysa “olması kaçınılmazdı, olacağını biliyorduk” diyen bisikletli genç kadını canlandırırken izlemiştik.