Bugünlerin fotoğrafı…
Bir yanda varlığı bir türlü kabul edilemeyen kriz, “neymiş efendim bu yapısal reformlar”, “psikolojik” denilen yoksulluklar diğer yanda kriz analizleri, duygusuz istatistikler, halden anlamayan sayılar, veriler, kurlar, konkordatolar.
Fotoğrafta yoksulluğa pek yer yok. Her şeyden önce yoksulluk konusunda gündeme gelen “egemen bir senaryo” var.
Egemen senaryo, yoksulluğun resmedilişinde, zihin dünyalarına uzandığı biçimlerde kendini gösteriyor. Yoksulluk denilince, tekinsiz mahallelerin, izbe yollardan varılan gecekonduların, geceleri türlü yasadışı işlerin döndüğü batakhanelerin, sıkış tıkış doluşmuş insan soluğundan camları buğulanan kahvehanelerin görüntüleri akla düşer.
Burada yırtık ayakkabıyla kapı önlerini dolduran sümüklü çocuklara, köşe başlarını amele pazarına çeviren işsizlere kesif bir kömür kokusu, birikmiş çöp tenekeleri, sıvası dökülmüş evler eşlik eder. Tüm bunlar gerçektir kuşkusuz.
Ne ki yoksulluk bir kez böyle resmedildiğinde gerçek büyüklüğü ve aslında nasıl da toplumsallaştığı gözlerden uzaklaşır. Yoksulluk toplumun büyük kısmı tarafından, ölüm gibi, alkolizm gibi kanser gibi kimsenin kendine kolay kolay konduramadığı bir şeye dönüşür.
Yoksulların, kendinden yoksullara bakıp kendilerini “orta halli” gördükleri yer burasıdır. Egemen senaryo budur. Tam da burada aldığı maaşı kredi kartı borcuna yatıran beyaz yakalı kendini “makarnacı, kömürcü yoksuldan” özenle ayrıştırır.
Yoksulluğu bu şekilde öteye iteleme arzusunun yeni liberal söylemde de yeri vardır. Buna göre yoksulluk arızidir, hatta sınıftan bile bağımsızdır, bazen yoksul düşeriz, sonra işler yoluna girer…
İşin ilginci akademik yazında da yoksulluk, toplumun kenarına doğru ittirilen bir olgudur. Adlı adınca yoksulluğu, “kenardalık”, “sınıf altı” gibi kavramlarla açıklama girişimleri, “öteki” olarak kutsama gayretleri bunu göstermektedir.
Marksist bir bakış, bahsettiğimiz anlamda “yoksulluğu” öteleme, marjinalleştirme, toplumun dışına doğru ittirme anlayışının tersine, “yoksulluğu” kapitalist toplumun bütünü içine yerleştirir. Mülksüzleşme, proleterleşme, yedek işçi ordusu, emeğin yeniden üretimi süreci ve nihayet “toplumsal proletarya” kavramları burada devreye girer.(1)
Ne ki burada uzun uzadıya bir kuramsal tartışma yapmak oldukça zor.
Türkiye’ye bakalım, bugüne uzanalım.
1990’lı yıllar boyunca “yoksulluk”, özellikle “kent yoksulluğu”, varoşlar vs üzerinden epey ilgi gördü. Yoksulluk yerine göre “öteki Türkiye” idi, yerine göre, patlamaya hazır barut fıçıları, kendinde devrimci mahallelerdi. Yalnızca popüler TV dizileri değil, akademik araştırmalar da buraya yöneldi. Otantik malzeme görmüş turist gibi büyük bir merak ve heyecanla “yoksulluk” keşfediliyordu 90’lı yıllarda.
2000’li yıllardan günümüze bu tablo değişti. Öyle ki “yoksulluk” kimi pejoratif kodlarla anılmaya başlandı. Kimdi bu yoksullar?
Onlar, “makarnacı, kömürcü” yoksullardı, bedavacılık, tembellik onlardaydı. Cemaatlerin cirit attığı mahallelerdi, oyunu üç kuruşa satan yine bu yoksullardı. Öyle ki Gezi Direnişi gibi bir halk ayaklanmasında bile “damgalama” iş başındaydı.
Bir tanıklığa başvuralım:
“Gezi Parkı çevresindeki duvarlardan birine şu söz yazılmıştı: ‘5 ağaç için savaşmak, 5 torba kömür için domalmaktan iyidir.’ Kaba ve cinsiyetçi bir şekilde ifade edilen bu düşünce sadece o duvarda kalmıyordu. Gezi sonrası katıldığım Yoğurtçu Park Forumu’nda da buna benzer serzenişleri, eleştirileri bolca dinledim. Her seferinde itiraz edecek oldum ama bu ses gerçekten çok güçlüydü.
Neydi o ses: ‘AKP’yi sadece 3-5 torba makarna ve kömür için tercih eden ‘kalitesiz/karaktersiz’ bir topluluk var ve bu topluluk bizim de geleceğimizi verdiği oylarla belirliyor.’”(2)
Bu pejoratif kodlama dalgası hemen hemen tüm seçim dönmelerinde kabararak önümüze çıktı. “Makarnacı kömürcü yoksullar”, sosyal yardım alanlardı, belki tüm yoksullar böyle değildi elbette, ama işte onlar düpedüz “karşı mahalleydi”.
***
İddiamız odur ki yazının başından beri anlattığımız, “egemen senaryo olarak yoksulluk”, marjinalleştirilen yoksulluk, keşfedilen yoksulluk ve nihayet “karşı mahalle” olarak kodlanan yoksulluk serisi çok hayati biçimde yanlışlar üzerine kuruludur.
İşte tam da burada son derece önemli bir ana hatta dikkat çekmek istiyoruz.
Neoliberalizmin küresel planda 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca gündemine aldığı yoksulluğu telafi etmeye yönelen “sosyal politikalar”, artan işsiz ve yoksul kitlenin denetimi politikaları, Türkiye için 2000’li yıllardan beri diğer bir deyişle AKP’li yıllarda temel bir politika haline gelmiştir. Özallı yıllarda oluşturulan girişimler, süreklilik arz eden, kurumsallaşmış bir devlet politikası olarak ancak AKP iktidarında bünye kazanabilmiştir.
Evet, sosyal yardımları temel alan “sosyal politika” AKP ile başatlık kazanmıştır. Eklemek gerekir, çünkü aslında her sosyal politika bir sınıf politikasıdır. Denebilirse burada AKP ile karakterize olan bir sınıf politikasından bahsediyoruz.
Niye AKP ile karakterize olmaktadır denilecekse…
AKP’nin iyi bir icracısı olduğu neoliberal düzende esnek çalışma, güvencesizlik, düşük ücretler vs temel enstrümanlar olmakla birlikte, AKP rejiminin paternalizm, otoriterlik, ataerkil aile ideolojisi gibi kendi rengini de verebildiği, denebilirse rejimle bütünleşen, onunla karakterize olan bir sınıf politikasıdır “sosyal yardım” odaklı sosyal politikalar.
Peki, bu biçimiyle rejimle bütünleşen bir sınıf politikasında, sınıfı temel alanların bir sözü, bir mücadele hattı olacak mıdır?
Buradan devam edeceğiz…
Notlar
1-Bu konuda yazılmış en doyurucu makalelerden biri, Metin Çulhaoğlu’nun “Varoşlar ve Kent Yoksulluğu: Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları”dır. Sosyalist Politika, sayı:10
Ayrıca Marksizmin temel yaklaşımını için bakınız, Karl Marx, Kapital 1. Cilt, özellikle 7. Kısım, Yordam Kitap(2015)
2- https://baslangicdergi.org/makarna-ve-komuru-geri-almak-nazir-kapusuz/