AKP’yi, hükümetini ve iktidarını tanımlamak hem kolay hem zor. Kolay, çünkü, İslamcı, Osmanlıcı söylemi açık. Polis kuvvetine sık sık başvuruyor. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesini tümüyle kaldırıp atmıştır bir tarafa. Dış politikası açıkça “eksen kayması”dır. Kayma çoğu zaman savrulmalara neden oluyor. En önemlisi de, laikliği tümüyle reddetmektedir.
Bu tespitlere bolca ilavelerde bulunulabilir.
Fakat, AKP dönemini bir “karşı-devrim” ya da yeni “faşist” bir dönem olarak nitelendirmek yanlıştır. İlki söylendiğinde, hangi devrime “karşı” sorusuna yanıt gerektirir. İkincisi ise, “faşizmi” hafife almaktır.
Türkiye’de Tanzimat ve ardından gelen dönemi “devrim” olarak kabul etmiyoruz. Ama, Jön Türk Devrimi, Cumhuriyet, Anadolu ya da Kemalist Devrim diyoruz. Aynı mantıkla, 27 Mayıs’ı da “devrim” olarak kabul ediyoruz. Karşı-devrim tespit edeceksek, bu devrimlere göre tespit edebiliyoruz. Eğer 12 Eylül üzerine tespitte bulunuyorsak, ona, 1970’lerin ikinci yarısında açık hale gelmiş faşizm döneminin bir aşamasında yapılan askeri bir diktatörlük olarak tanımlıyoruz. 12 Eylül “işini” görüyor ve 1983 sonrası Türkiye’yi artık farklı tanımlamaya başlıyoruz. Örneğin, 12 Eylül’ün oturması, yerleşmesi olarak.
Tüm bu dönemlerle ilişkili “karşı-devrim” anları, dönemleri ise, bilimsel olarak tartışmalıdır. Örneğin Atatürk sonrası İnönü dönemi bir karşı-devrim midir? Özellikle de 1945 sonrası CHP yönetimi ve onun hazırladığı zeminde hükümet olan Demokrat Parti’nin 10 yılını? Karşı-devrim midir? Zaten dananın kuyruğu burada kopuyor!
Son CHP döneminin Amerikancılığa dönük politikaları, İslami kesimlere yönelik yumuşak politika benimsemesi, demiryolculuktan karayolculuğa yolculuğu ve ardından gelen Demokrat Parti dönemi, Kemalist devrime karşı bir devrim değil, bilakis, Kemalizmin devamıydı. Karşı-devrim gibi görünen, Kemalist Devrim sürecinin içine girmiş olan “halkçı” (narodnik); devletçi, hatta kısmen “sosyalist” ögelerin bir tarafa atılmasıydı. Olmakta olan Kemalizmin sol etkiden kurtulmaya başlaması, burjuva niteliğini çok daha ön plana çıkarmasıydı. Bizzat bu nedenledir ki, iktisadi gelişme ve dünya piyasalarıyla bütünleşme sonucunda, 1960 Türkiyesi, politikasını da burjuvalaştırabilir, “hukuk devleti” olabilirdi. 27 Mayıs Anayasası, Türkiye’ye, solun da itmesiyle, burjuva demokrasisini getirmiş oldu.
İşte esas bu dönem ve devamında, 27 Mayıs Devrimi’ne karşı bir devrim anlamlı olabilirdi. Türkiye yönetici sınıfları kendi devrimlerini tamamlamak üzereydiler. Ancak, devrim olmuş olmakla birlikte, daha da ileriye gidememiştir. Bir Kürt ağalarıyla ittifak, iki, sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte, sosyalist hareketin gelişmesi, ve elbette, Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin konumu.
1960 sonrası Türkiye’de karşı-devrimden çok, 12 Mart Muhtırası’nı, ardından gelen dönemde ise, sosyalist hareketin militanlaşıp kitleselleşmesine karşı MİT’i, polisi, gladyoyu ve ülkücü hareketin liderlik edip kitle desteği verdiği faşist hareketi görüyoruz. Dikkat edilmelidir, “karşı-devrim” değil, bizzat askeri uyarılar ve arkasından da, “faşist hareketlenmeden” bahsediyoruz.
Nedeni gayet açıktır: Burjuva devrimi tamamlandıktan sonra, ya en teorik ve bilimsel anlamıyla karşınıza “faşizm” çıkmakta, ya da, maliyeti daha az bir tedbir olarak, askeri uyarılar, ya da bizzat olmuş olduğu üzere, “askeri darbe” gündeme gelmektedir. Zaten Türkiye’nin 1970’lerden buyana, karşılaştığı, askeri uyarı, ya da askeri ya da sivil darbelerdir.
Okuyucuya bir anımsatmada bulunmak gerekiyor: Diğerlerinin yanında, kullanmak olduğumuz sosyalist devrim kuramını kurmuş olan Marks ve Engels, “karşı-devrim” kavramını büyük ölçüde Avrupa ve özel olarak Almanya için 1848 Devrimleri ve hemen sonrası ilk yıllar için kullanmışlardı. 1848 Devrimleri, daha sonra Lenin tarafından “başarısız sosyalist devrimler” olarak nitelendirilmiştir. Zaten, Fransa bile, 1848 Devrimleriyle, sadece ve sadece, 1780’lerin başında başlamış olan büyük “Fransız Burjuva Devrimi” ni tamamlamaya, nihayete ulaştırmaya çalışıyorlardı. Bu devrimin tamamlanmasına bu aşamada, sosyalistler de katılmışlar, demokratlarla ittifak içinde “sosyal-demokrat” bir platform da oluşturmuşlardı. Tesadüf değil, “sürekli devrim” kavramını da Marks ve Engels bu kapsamda kullanacaklardı. Kastedilen, burjuva devriminin sosyalist taleplerle daha da ileri götürülmesiydi.
Karşı-devrim kavramının burjuva devrimci sürecinin tamamlanmadan önceki aşamalarında kullanılması, bu kavramın ancak mevcut bir devrimin gelişmesini durdurmak ya da geriletmek anlamına gelmesi nedeniyledir. Bu kavram, devrimci bir ayaklanmanın bastırılması anlamında, dar kapsamda da kullanılabiliyor. Ama yine de, mevcut, gelişimini tamamlamamış bir devrimi varsayıyor.
Bu nedenle, Milli Şef dönemi, ya da 27 Mayıs’ın hemen sonrası için bu kavramları kullanmak, en azında kendi içinde bir tutarlılığa sahiptir. Ama, 27 Mayıs sonrası Türkiye için, bu kavramın herhangi bir bir tarihsel, bilimsel mantığı bulunmuyor.
Günümüze gelelim: AKP dönemi Türkiyesi, 12 Eylül, faşizm ve askeri diktatörlük sonrası Türkiyesi’nin devamında kendine yer bulmuştur. Bu dönem pek çok sivil darbeye, askeri müdahaleye tanık oldu. 28 Şubat’ta ordunun cılız ve başarısız askeri müdahelesi ise yeni bir döneme yol açtı. Kürt hareketi yeni “siyasal” bir aşamaya geçmişti. Sağ partiler zayıflamış, parçalanmıştı. Sol CHP meclis dışında kalmıştı. Devlet ve sağ partiler, daha 1990’ların başında itibaren, bırakalım laikliği, eski Türk-İslam sentezi ideolojisini bile bir tarafa atmak zorunda hissetmişlerdir kendilerini.
Olan oldu, Ecevit’in, Demirel’in, Erbakan’ın bitmesi, büyük bir iktisadi bunalım, ve boşaltılmış, terkedilmiş geniş bir alanda akın eden Akıncılar Partisi hızla gelip, hızla yerleşti.
Siz burada hiç “karşı-devrim” gördünüz mü? Ben göremiyorum... Türkiye burjuvazisi devrimini sürdürebildiği kadar sürdürdü, sonra da, sadece, iktidarda kalmaya çalıştı, çalışıyor.
AKP hükümet olduğunda, Sakıp Sabancı “ikinci bir Özal trenine biniyoruz” demişti. 12 Eylül öncesinin korkusu Evren’le giderilmiş, Özal’la yerini öz-güvene bırakmıştı. Bu güven tekrar sarsılmış, yıllar sonra AKP ile tekrar gelmişti.
AKP ise, hizmetinin karşılığında, kendi geleneği ve tabanı için ideolojik, kültürel bir değişimi talebetmekte, kullanılıp “bir deliğe süpürülmek” istememektedir. “Yönetici sınıfın” has partisi olarak kalmaya devam etmek, kendini güvende hissetmek, istemektedir.
***
Demek ki, AKP, yüz yıllık burjuva devrimini devam ettirme iddiasındaki son hükümet partilerimizdendir. Kaba, cahil ve donanımsızdır. Sık sık hoyratlaşmakta, gerçekle rüyayı karıştırmaktadır. Korkuya sık kapılmakta, Abdülhamid gibi, paranoyak hale gelebilmektedir. Ola ki yerinde kalır ve kalmaya devam etmek için de “karşı devrim” yaparsa, bu sadece yeni bir düzenin kurulması anlamında, eski devrimin tümüyle bitmesi ve yeni bir devrimi başlatmak anlamına gelir.
***
Sabancı AKP için, “ikinci bir Özal trenine biniyoruz” demişti.
AKP Türkiye burjuvazisine, “imamın kayığına bindireyim mi sizi” demektedir.